Türkiye’de insanların günlük konuşma ve davranışlarına bakıldığı zaman, en dikkat çeken özelliklerden biri olarak, herkesin büyük bir ciddiyetle ve bir tutku derecesinde olmak üzere politika ile ilgilendikleri görülür. Bu durum demokratik sistemin varlığı, işlemesi ve başarısı açısından iyi bir özelliktir, gereklidir ve yararlıdır. Yöneticilerin seçimle geldiği bir yapı içinde tüm bireylerin toplum sorunları ile ilgilenmeleri kadar doğal bir şey olamaz. Ancak Türkiye’deki durum ise çok abartılı ve o nedenle de patolojiktir. Herkesin her yer ve zamanda her konu konuşulduğunda olayı hemen günlük politik düşünce ve uygulamalara dayandırması, bireysel, mesleki konuları bile politik söylemlerle karıştırarak açıklaması, yorumlaması normal bir durum değildir.
Bu noktada demokratik yapı içinde seçimler yolu ile belirli politik statülere gelenlerin, bu tür görevler üstlenenlerin ayrı tutulması gerekir. Politik düşünceler üretmek ve politik eylemlerde bulunmak bir süreliğine de olsa ilgili kişilerin sürekli yaptıkları bir iş hâline gelmiş olabilir. Gayet tabii bu kişiler yaptıkları işe odaklanmak zorundadırlar.
Çağdaş toplumlara bakıldığı zaman, bireylerin büyüme ve gelişmelerini, ilköğretim dönemini geçtikten sonra, ister ortaöğretim ister yükseköğretim düzeyinde olsun bir mesleğe yönelik olmak üzere öğrenimlerini tamamladıktan sonra seçilen bir meslekte, işte çalışmak durumunda oldukları görülür. Bu hem bireysel hem de toplumsal açıdan ekonomik ve sosyal bir zorunluluktur. Meslek denilen şey de bir insanın ekonomik ve sosyal iş bölümü açısından kendi yaşamını devam ettirebilmek için sürekli olarak yaptığı bir işi ifade eder. Her meslek de kişilerden belirli bilgi ve beceriler, yetenekler ister. Ayrıca meslek edinmek için bireyin uzun bir yetişme sürecini de yaşaması lazımdır. Bu nedenlerle insanların ömürlerinin en büyük kısmını seçtikler mesleklerinde geçirmeleri söz konusu olmaktadır. Dolayısıyla bireylerin tüm ihtiyaçlarını karşılamak, hayatta başarılı ve mutlu olmak bakımından mesleklerine tutku ile bağlanmaları gerekmektedir. İşin büyüğü küçüğü, iyisi kötüsü olmaz. Yeter ki o iş sevilerek yapılsın ve o işin yapan tarafından anlamı, işlevi iyi algılansın. Onun için M.Ö. dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan Xsentius, “İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen; hayattaki dayanağın odur. Seveceğin bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın. İşini öyle sev ki, başarıların bedenini ve yüreğini güçlendirirken verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış olsun” demiştir. Mutluluğun temelinde ihtiyaçlarımızın karşılanması ve bir işe yaramış, bir etkinliği, eylemi gerçekleştirmiş olmak vardır. Aslında insanlar ürettikleri oranda mutlu olabilirler. Bu anlamda meslek, insanın kendisini gerçekleştirmesi, bedensel ve zihinsel-duygusal enerjisini somut ve yararlı bir nesneye, olaya dönüştürmesi demektir. İnsan yaptığı işle, tüm ruhsal ve bedensel enerjisini, istidat ve yeteneklerini seferber etmiş ve böylece en büyük ihtiyacını karşılamış olur. Bu nedenlerle çalışmak bazı inanç sistemlerinde bir ibadet, bazı düşünce sistemlerinde de insanı en çok yücelten etkinlik olarak kabul edilir.
Mesleklerine tutku ile bağlanan insanlar her alanda üretken ve yaratıcı olurlar. Böylece büyük bir doyum sağladıkları için de kendileri ile barışık, huzurlu ve mutludurlar. Psikologlar işlerine yoğunlaşan insanların sağlanan doyum nedeniyle ruh sağlığı bakımından daha sağlıklı olduklarını belirtmektedirler. Bu insanların hem kendilerine karşı hem de toplumun onlara karşı güvenleri tamdır. Dolayısıyla onların sosyal ilişkileri de güçlüdür; büyük bir sosyal saygınlıkları vardır. Tüm bu nedenlerle genel ahlak içinde bireylerde bir meslek ve iş ahlakının gelişmesi için aile ve eğitim kurumları büyük çaba sarf etmek zorundadırlar. İş ve meslek ahlakı gelişmemiş toplumlarda üretim, ekonomik kalkınma beklenen düzeyde olmaz. Bu durumda olan toplumlarda üretilen mal ve hizmetlerin kalitesi ile birlikte verimlilik de düşer. Durkheim ekonomik gelişmede iş disiplininin önemini ilk vurgulayanlardan birisidir (Durkheim, 1962). Aynı şekilde Weber de ekonomik kalkınmada meslek ahlakının önemine “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı eserinde dikkat çekmiştir (Weber, 1985). Weber’e göre bir işin, mesleğin ister uhrevi ister dünyevi bir kaynağa bağlı olarak büyük bir ciddiyet ve sorumlulukla yapılması gerekir.
Gerçekten de Almanya’nın diğer Avrupa ülkelerine göre hızla sanayileşmesinde, kalkınmasında bu iş ahlakının çok büyük katkısı olmuştur. Böylesine bir meslek ahlakını benimsemeyen toplumların diğer şartlar ne kadar elverişli olursa olsun çağdaş üretim düzeyine ulaşmaları mümkün değildir. Geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelere bakıldığı zaman bunun örnekleri çok görülür. Unutmamak gerekir ki büyük kültür ve uygarlık eserleri mesleki tutkusu olan insanların ürünüdür. İnsanın bir iş veya meslekteki verimliliği ona olan bağlılığı ile orantılıdır. Sanayileşme ve hizmet sektörünün genişlemesi, büyümesi ile birlikte toplumlar hızla kentleşmişlerdir. Bu alanlar da tarım sektörüne, kırsal yaşama göre zamanın daha dakik, rasyonel kullanılmasını zorunlu kıldığı için, her işin birbirine bağlı olarak bir bütünlük ve süreklilik içinde yapılmasını gerektirdiğinden, bu süreç kendiliğinden bir “iş disiplini”nin yaratılmasına yol açmıştır. Sanayi ve hizmet sektörü gevşekliğe, işlerin uzun bir zamana yayarak yapılmasına, niteliği gereği, izin vermez. Batı’da özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda yaşanan hızlı sanayileşme ve kentleşme bu şartlara bağlı olan ve belirli bir sosyoekonomik zorunlulukları, ilkeleri bulunan yeni bir meslek ahlakının doğmasını meydana getirmiştir. Bu dönemde Durkheim ve Weber gibi sosyologların meslek ahlakı üzerinde durmaları boşuna veya bir tesadüf değildir. Weber’in “Vakit nakittir” vurgusu bu sosyoekonomik ortamın ürettiği bir iş ve ekonomi ilkesidir. Dünyadaki örneklere bakınca görülür ki böylesine bir meslek ahlakını benimsemiş ve uygulamış ülkeler hızla sanayileşmişler, kalkınmışlar; belirttiğimiz ekonomi ilkesini ve ciddi bir meslek ahlakını benimsememiş ülkeler ise daha geç kalkınmış ve sanayileşmişlerdir.
İcra edilen mesleğin birey ve toplum açısından anlamını, önemini özetle vurguladıktan sonra şimdi Türkiye’deki duruma bir bakalım. Genel bir kanı olarak belirtelim ki ülkemizde iş ahlakı ve disiplini pek yerleşmemiştir. İnsanlarımızın çoğunluğu işlerine büyük bir sevgiyle, coşkuyla yaklaşmaz. Yaptığımız işin hem kendimiz hem de toplum için maddi-ekonomik ve psikolojik açıdan ne kadar anlamlı, gerekli ve önemli olduğunun bilincini taşımayız. Başka nedenlerle birlikte belki de kendi işimize gereği kadar yoğunlaşamadığımız için zihnimizi meşgul edecek başka şeyler arıyoruz ve en çok da politik tartışmaları uygun buluyoruz. Bu noktada politika herkes için büyük bir cazibe merkezi oluşturmaktadır. Hâlbuki politikadan önce “iş”, “meslek” gelir. Toplum içinde insanlar tanımlanır ve konumları belirlenirken politik eğilimleri değil, yaptıkları işler, meslekler dikkate alınır; bu özelliklerine bakılır. Fakat yaşadığımız dönemde bireyleri değerlendirirken işi gücü bırakıp her konuda olmak üzere politik eğilimlere, tercihlere göre hareket ediyoruz.
Toplumdaki bu politizasyon hem sosyolojik analizler hem de sosyal ilişkiler, sosyal güven duygusu ve uzlaşma, diyalog gibi önemli kavramlar açısından çok tehlikeli sonuçlar yaratacak boyuttadır. Toplumdaki kurumların amaçları, işlevleri dolayısıyla kulvarları farklıdır. Bunları değerlendirirken analitik bir yöntem izlemek gerekir. Tüm değerleri, kurumları, sorunları ve konuları hep politik bir renge boyayarak ele alıp tartışmak çok büyük bir kültürel kısırlığın varlığını gösterir. Bu durum insan ilişkilerini tek boyuta indirir, düşünsel yaratıcılığı, genişliği, verimliliği önler. İnsanlar toplumda ürettikleri yani mesleki başarıları ve ürünleriyle değerlendirilirler; öyle olması gerekir. Toplumları ileriye götüren onların ekonomik, sosyal ve kültürel yönlerden gelişmelerini sağlayan bu alanlardaki verimlilikleridir. Zamanında modernleşen ülkelerde kalkınma, sanayileşme böyle gerçekleşmiştir. Üstelik kendi mesleklerinde başarılı olmayan insanlar politikada hiç başarılı olmazlar. Sosyal ve ekonomik yaşam sadece politikadan ibaret değildir. Politika toplum için önemli ve gereklidir, ama o toplumsal kurumlardan ancak bir tanesidir. Tüm insan ilişkilerini siyasete indirgeyemeyiz. Yirminci yüzyılın önemli filozoflarından olan Russell da evrensel kültür ve uygarlığın mesleki yaratıcılığı, verimliliği en yüksek düzeydeki bireylerin eseri olduğunu vurgulamıştır. Russell’a göre kültürel değerleri “kitleler” değil, merakı, yaratıcılığı ve bireysel çabası, başarısı olan insanlar üretebilirler (Russell, 1969). Bu ise, sadece politikaya odaklanmayı değil, bir işe, mesleğe odaklanmayı gerekli kılar. Zaten politikacılık başlı başına bir meslek de sayılmaz. Uygarlık açısından bakıldığında, toplumlar politik ve askeri başarılarından önce ürettikleri kültür ve uygarlık değerleri ile anılırlar ve övünürler. Çünkü uzun ömürlü ve kalıcı olanlar bunlardır.
Ülkelerin eğitim sistemleri yeni yetişen kuşakları, öğrencileri yaratıcı, üretken birer meslek insanı olarak yetiştirmek zorundadır. Nedense bizim insanımız bireysel ve mesleki başarıları konuşmaktan çok düzeysiz, sığ politik tartışmalarla vakit geçirmeyi pek sever. Hâlbuki bu tür tartışmaların hiç kimseye bir faydası da yoktur, olamaz da. Galiba insanoğlu doğadaki olayları, nesneleri yönetmek, kontrol etmekten çok kendi türünden, soyundan olan varlıkları yani diğer insanları yönetmekten haz duyuyor. Bu duygu bazı insanlarda bir tutkuya dönüşebiliyor. Ayrıca Türk siyasi tarihine bakarak söyleyebiliriz ki, Türkler üretici olmaktan çok yönetici olmayı tercih etmektedirler. Bu nedenle olsa gerek, halk arasında “Baş ol da istersen soğan başı ol” denmiştir.
Kaynaklar
Durkheim, Emile, Meslek Ahlakı, Çeviren, Mehmet Karasan, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1962.
Russell, Bertrand, Eğitim ve Toplum Düzeni, Çeviren, Nail Bezel, Varlık, Yayınları, İstanbul 1969.
Weber, Max, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çeviren, Zeynep Arıoba, Hil Yayınları, İstanbul, 1985.