1967’den 2014 yılına kadar yani kesintisiz 47 yıl öğretmen yetiştiren kurumlarda hocalık yaptım. Önce iki yıl ortaöğretimde öğretmen olarak, sonra 11 yıl yükseköğretimde Eğitim Enstitüleri ve Yüksek Öğretmen Okullarında, ardından da 34 yıl Eğitim Fakültelerinde öğretim görevlisi ve öğretim üyesi olarak ilk ve ortaöğretime öğretmen yetiştirdim. Ayrıca öğretim üyesi iken yüksek lisans ve doktora tezleri yönettim. Basit bir hesapla, yaklaşık 50 bin öğrencinin (kurs ve seminerler dâhil) dersine girdiğim anlaşılmaktadır. Bunca tecrübe ve mesleki birikimden sonra eğitim konuları-sorunları ile ilgili birçok şey söyleyip yazabiliriz. Ancak biz bu yazımızda sadece öğretmen yetiştirme konusuna değinmek ve bu konuya ilişkin bazı dikkat çeken olaylara, uygulamalara, anılara değinmek istiyoruz.
Mesela nasıl sağlık konusunda verimlilikte, başarılı olmada en büyük pay doktorlarda, askerlikte ve savaştaki başarılarda gene en önemli yük subaylarda ise eğitim ve öğretimde de öğrenme sürecinin ana omurgasındaki ağırlık “öğretmenlerde” dir. Yani eğitim sisteminde, okullardaki verimlilik, istenen sonuçların alınması öncelikle öğretmen faktörüne bağlıdır. Uzun hocalık yaşamımız bize bunu göstermiştir.
Öğretmen Yetiştirme Sorunları
Eğitim sistemi düzenlenirken, sistemin unsurlarında değişiklik yaparken, reform ve benzeri çalışmalar yürütülürken evvela öğretmenlerin eğitimi, yetiştirilmesi düşünülmeli önce onlar yeni sisteme hazırlanmalıdır. Aksi hâlde başarısızlık kaçınılmaz olmaktadır. Türkiye’de son dönemlerde eğitim sisteminde sık sık, kapsamlı ve bazen köklü değişiklikler gündeme getirilip, söz konusu yeniden yapılanmalar gerçekleştirilirken öğretmenlerin yeni sisteme uyum sorunları en son düşünülmekte, bazen de hiç hesaba katılmamaktadır. Yapılan değişikliklerin olumlu veya olumsuz sonuçları alınmadan, “bu olmadı, gene yanlış yaptık” deyip yeni düzenlemelere gidilmektedir. Bu kısa süreli ve hızlı reformlar (ne kadar “reform” denebilirse) çıkmaz sokağa giren bir otomobilin, aranılan sokağa veya ana yola çıkabilmek için her seferinde yeni bir çıkmaz sokağa yönelmesine benzemektedir. Örneğin hızla sanayileşmek isteyen gelişmekte olan bir ülkede mesleki ve teknik öğretim öne çıkarılmadan, önemsenmeden (çünkü bu tür ülkelerde ilk ve esas reform budur) ayrıntılarda değişiklik yapmak boşuna bir çabadır ve sistemi daha da tanınmaz hâle getirir. Neyse, biz gene sadede gelip öğretmen yetiştirme konusuna dönelim.
Sistem içinde öğretmenlerin yetiştirilmelerinde, hizmet içi eğitim programlarında ve uygulamalarda o kadar farklı ve çok sorun var ki, onları burada tek tek sayamayacağız. Bu makalede sadece öne çıkan ve bizim dikkatimizi çeken bazı genel problemleri, eksiklikleri gündeme getireceğiz.
Öğretmen eğitiminde, klasikleşmiş pedagoji kitaplarında ve öğretmen yetiştirme programlarında üç boyutlu bir eğitimden bahsedilir: Bu eğitim, alan bilgisini, pedagojik formasyonu ve genel kültürü kapsamaktadır. Biz bu konuların açıklamasına da girmeyeceğiz. Ancak öğretmenlerdeki eksikliklerin, yetersizliklerin bu üç kategoride kendini gösterdiğini söylemeliyiz.
Osmanlı’dan başlayarak son iki asır içinde 170 yıllık bir öğretmen yetiştirme tecrübemiz vardır. Bu, tarihsel bakımdan kısa bir süre sayılmaz. Ancak bunca zamanda kendi sosyal ve kültürel yapımıza, özelliklerimize, kendi gerçeklerimize ve sosyokültürel, ekonomik, siyasal hedeflerimize uygun düşen kuşaklar yetirmeyi ne yazık ki bir türlü başaramamışızdır. Bu sorun hep gündemde kalmış, herkes, her zaman bu zafiyetten dert yanmıştır. Tabii toplum değiştikçe, her anlamda evrimleştikçe eğitim sitemi de paralel bir biçimde değişecek, dönüşecektir; bu kaçınılmazdır. Fakat sosyal yapı ve sistemdeki değişimle eğitim sistemindeki değişimi bir türlü uyumlu hâle getirememişizdir. Bu noktada aynı uyumsuzluk öğretmen yetiştirme programlarında da mevcudiyetini korumuştur. Burada öğretim basamakları, dolayısıyla öğretmen grupları içinde en çok titizlik gösterilmesi gereken grubun ilkokul (ilköğretim) öğretmenleri olduğunu da vurgulamalıyız. Çünkü eğitimde yeni düzenlemeler, reformlar denilince hep temelden değil, ortadan başlama geleneği oluşmuş ve hep ortaöğretim akla gelmiştir. Hâlbuki orta ve yükseköğretimdeki eğitim-öğretim sorunlarının hepsi ilköğretimdeki yetersizliklerden kaynaklanmakta ve o düzeyde halledilememiş olan bu meseleler diğer üst basamaklara taşınmaktadır. Bu sorun öğretmen yetiştirmede de aynen mevcuttur.
Şimdi bu genel açıklamalardan sonra bizim öğretmen yetiştirmede dolayısıyla öğretmenlerimizde gözlemlediğimiz, tespit ettiğimiz bazı önemli eksiklikleri, yanlışlıkları birtakım somut olaylara dayandırarak sıralamaya çalışalım:
1. Öncelikle belirtelim ki öğretmen yetiştirme konusunda hâlen tatmin edici bir sistem kuramamışızdır. 19. yüzyılın ortalarından yaklaşık olarak cumhuriyetin ilk elli yılının sonlarına kadar öğretmen yetiştirme konusunu esas itibariyle üniversite eğitiminin dışında tutmuşuz. Gerçi fen ve edebiyat fakültelerinden mezun olanları, isterlerse lise öğretmeni olarak atamışız. Ancak doğal olarak bu fakültelerin gerçek amacı öğretmen yetiştirmek değildir. Zaten ilk ve ortaokul öğretmenleri Milli Eğitim Bakanlığına bağlı kurumlarda yetişiyorlardı. 1980’lerden sonra tüm öğretmenleri Eğitim Fakültesi adı altında yeni fakülteler kurarak, öğretmen yetiştirme konusu artık üniversitelerin çatısı altına alınmıştır. Güya öğretmen yetiştirme daha bilimsel bir çerçevede ele alınıp daha yeterli öğretmenler yetiştirilecekti. Maalesef üniversiteler buna hazır değillerdi, ayrıca bu fonksiyonu bir türlü de benimsememişlerdir. Bu yüzden o günden bu yana Eğitim Fakülteleri Türk üniversitelerinde bir yama görünümünde kalmışlardır. Bu fakültelere her açıdan gereken önem verilmemiştir. Eğitim Fakültelerinin niceliğini kısa zamanda çok artırdık, ama niteliğini aynı oranda artıramadık.
2. Giriş kısmında kısmen belirttiğimiz gibi öğretmen eğitimi ile ilgili reform çalışmalarında ve yeni uygulamalarda önceki uygulamaların, tecrübelerin bir dökümü yapılmadan, gerekli dersler çıkarılmadan ve ani bir karara dayalı adımlar atılmaktadır. 170 yıllık birikim âdeta çöpe atılmakta, sanki devleti ve Milli Eğitimi, öğretmen yetiştiren kurumları sıfırdan başlayarak yeniden kuruyormuş gibi davranılmaktadır.
3. Öğretmen yetiştiren programlar, genel olarak, belirli bir felsefeden yoksundur. Bu nedenle eğitimin, öğrenmenin temel amaçlarından uzaklaşılmakta, böylece araçlar amaç hâline getirilmekte, öğretmenler bölük pörçük ve yığın hâline getirilmiş bilgileri öğretmek ve ezberletmek zorunda kalmaktadırlar. Dolayısıyla bir türlü eğitim ve öğretimin, mesleğin ruhunu kavramış öğretmenler yetiştirilememektedir. Teorisi-felsefesi yapılmamış insan yetiştirme programı ve süreci çerçevesinde aktarılan iğreti bilgiler davranışa dönüşmez; öğrencilerde toplumun, kültürün istediği olumlu düşünce ve tutumlar kazanılmaz, umulan bir kişilik ve karakter gelişimi de gerçekleşemez. Doyurucu bir felsefeden, fonksiyonel bilgi ve becerilerden oluşmayan öğretim konuları öğrencilerle birlikte, öğretmenlerde de bir öğrenme heyecanı, bilimsel bir öğrenme merakı uyandırmamakta, geleceğe ilişkin de bir umut vermemektedir Hâlbuki her düzeydeki öğretim hem öğrencilerde hem de öğretmenlerde bir “arayış”, bir “keşif” heyecanı uyandırmak zorundadır. Öğretmenin ve öğrencilerin motivasyonları çok düşüktür.
4. Gerek eğitim sistemi ile ilgili gerekse öğretmen yetiştirmede, sistemdeki normal yapısal sıra yani hiyerarşik düzen dikkate alınmadan reform adımları atılmıştır. Öğretim kademeleri içinde en önemlisi ilköğretim kademesi, dolayısıyla en önemli öğretmenlik alanı da ilköğretim öğretmenliğidir. Bu nedenlerle yenilenme, geliştirme, reform çalışmaları mantık olarak da sistemin, hiyerarşik yapının ortasından değil, en temeldeki kurumundan başlatılır. Tüm dünyada da bu böyle olmuştur. Osmanlı dönemi de dâhil olmak üzere, ilköğretimdeki çürümüşlük atlanarak, yeniden düzenleme çalışmalarına Rüştiyelerden (ortaokul) başlanmıştır. Önce, rüştiyelere çağdaş öğretmenler yetiştirmeye başlamışız. Hâlbuki esas sorun, gerilik ilköğretimdedir. Nedense, o dönemde ilköğretimdeki çağ dışılık, ilkellik kimsenin aklına gelmemiştir. İlköğretim düzeltilmeden, buradaki eğitim programları, öğretim yöntemleri, fiziksek koşullar, öğretmenlerin yetiştirilmesi gibi ana sorunlar çözülmeden ortaöğretime el atmanın bir mantığı, yararı ve pedagojik önceliği olabilir mi? Ama ne yazık ki böyle yapılmıştır; binanın temeli yıkıntı hâlinde iken işe ikinci kattan başlanmıştır. Başlangıçtaki bu yanlışlık cumhuriyetten sonra da düzeltilmemiştir, eğitimde ne yaparsak yapalım bir daha sistemi yerli yerine oturtamamışızdır. Örneğin, öğretim kademeleri arasındaki geçişi, öğrenci akışını sosyoekonomik ve kültürel ihtiyaçlarımıza uygun olarak bir türlü düzeltememişizdir.
Batılı toplumların “millet olma” sürecinde de uyguladığı gibi, çok önemli bir sosyolojik ve pedagojik prensibi görmezden gelmişizdir. O da özetle, “İlköğretim meselesi millet olma meselesidir, her türlü modernleşme adımı ilköğretimin modernleştirilmesiyle başlar” ilkesidir. İlköğretim reformu, çağdaş sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal reformların ilk aşamasıdır ve olmazsa olmazıdır. İşte bunu bunca yıl dikkate almadığımız için eğitim sistemindeki keşmekeşten hâlen kurtulamıyoruz.
5. Cumhuriyetle birlikte özellikle ilköğretimde müthiş bir öğretmen açığı doğmuştur. Hadi ilk yılları saymayalım, daha sonra on yıllar boyunca bu konuya ciddiyetle ve kapsamlı olarak eğilmemişizdir, altmışlı ve yetmişli yıllarda yedek subay öğretmenlik uygulamalarından, çeşitli adlar altında düzenlenen derme çatma ve kısa süreli kurslara kadar bir yığın palyatif formüller devreye sokulmuştur. Tüm bu çabalarla kalite, verimlilik bir yana, ilköğretimdeki en alt düzeydeki sayısal sorunlar bile çözülememiştir. Hâlen bu yanlış, sakat, yandan çarklı öğretmen yetiştirme kurslarına (hem ilköğretim hem de ortaöğretim için düzenlenen pedagojik formasyon kursları gibi) ne yazık ki devam edilmektedir.
6. Çağdaş hukuk sistemi içinde insan hakları ve eşitlik ilkeleri bakımında herkesin öğretmen olma hakkı vardır. Fakat eğitim, içerdiği, ulusal, ahlaki ve kültürel değerler bakımından, ayrıca uygulamadaki pedagojik ilke ve özellikler açısından öğretmenlerden farklı nitelikler isteyen bir meslektir. Örneğin eğitim sadece bilgi aktaran, belirli beceriler kazandıran bir meslek değil, öğrencilerin kişilik ve karakter gelişimini doğrudan etkileyen bir meslektir. Öğretmenlerin “örnek davranışları”, “rol modelleri” onların sahip oldukları bilgi ve beceriler kadar önem taşımaktadır. Öğretmenliği diğer mesleklerden ayıran temel fark bu noktada belirginleşmektedir.
Yükseköğretim öğretmenliği (öğretim üyeliği) için belki gerekli değildir, ama ilk ve ortaöğretim öğretmenliği için yukarıda belirttiğimiz hususlardan dolayı öğretmen olacak bireylerin mutlaka bir seçime tabi tutularak, ilgili okul veya bölümlere kabul edilmeleri gerekmektedir. Geçmişte bu tür seçme mekanizmaları az çok uygulanmıştı. Son dönemlerde bunlardan vazgeçilmiştir. Bu konu enine boyuna tartışılmalıdır.
Öğretmenlerin Nitelikleri İle İlgili Bazı Tespitler
Öğretmenlerin yetiştirilmeleri ile ilgili olarak birkaç noktaya dikkat çektikten sonra Türkiye’deki öğretmenlerin nitelikleri hakkında da ilk planda göze çarpan bazı hususlara değinmek istiyoruz.
1. Gayet tabii toptancı yargılar daima sakattır, yanlıştır. Dolayısıyla her meslekte olduğu gibi öğretmenlerin içinde de başarılı ve başarısız olanlar vardır. Öğretmenlerimizde bizim gördüğümüz en önemli eksikliklerden başta geleni öğretmenlerin yanlış pedagojik tutumlara sahip olmaları ve ilgili ders ve konularla uyuşmayan hatalı öğretim yöntem ve tekniklerini kullanmalarıdır. Öğretmenlere günümüzde az çok pedagojik formasyon dersleri verilmektedir. Ancak bu derslerde kazandırılan bilgiler öğretmenlerde doğru bir pedagojik tutuma ve davranışa dönüşmemekte, içselleştirilmemektedir. Öğretmen adayları, bu tür derslerin genel bir kural, âdeta bir formalite gereği olarak verildiğini, yani bunların verilmemesi durumunda da başarılı bir öğretmenliğin yapılabileceğini düşünmektedirler. Veya söz konusu dersleri veren hocalar bu derslerin önemini, ciddiyetini öğrencilere anlatamamaktadırlar. Hâlbuki pedagojide de her alanda olduğu gibi “usul esastan önce gelmekte”, en azından kullanılan yöntem, verilen bilgi ve beceri kadar önem taşımaktadır. Usulün yanlışlığı verilen bilginin işlevini, değerini, geçersiz kılmakta, öğrenmeyi güçleştirmekte, bazen de ortadan kaldırmaktadır. Örneğin ders içeriklerinin öğrencilerin zihinsel, duygusal ve bedensel olgunluklarıyla, yaşlarıyla uyumsuzluğu; kullanılan yöntem ve tekniklerin araç ve gereçlerin gene öğrenciler ve ders konularıyla uyumlu olmaması; öğretmen-öğrenci ilişkilerindeki uyumsuzluklar, iletişimsizlikler hep usul yanlışlıklarıdır. Öğretimde bu noktalarda sorunlar varsa programlardaki bilgi ve becerilerin önemi, anlamı hiçbir değer taşımaz ve başarılı bir öğretim de gerçekleşemez.
2. Yukarıda belirtildiği gibi amaçları, içeriği, kapsamı tam belirlenmediği için, öğretmen yetiştirmede “bütünsellik”, “tutarlılık”, “süreklilik” kaybolmuştur. Dolayısıyla çok değişik kaynaklardan, programlardan gelen kimseler öğretmen olarak atandığından; uygulanması gereken genel öğretim ilkeleri, yöntemleri, anlayışı ve etkileşim süreçleri bakımından öğretmenler arasında hem meslek dayanışması hem de öğretim etkinlikleri açısından, olması gereken tutum birliği, ahenk yok olmuştur. Yani öğretmenler arasında ahenkli bir çeşitlilik, uyum değil, sistemin çalışmasını bozan, anlamsız, verimsiz bir zıtlığa, çatışmaya dayanan (çoğu zaman siyaseti öne çıkaran) bir etkileşim mekanizması söz konusudur. Bu durum mesleğin işlevi, eğitimin kalitesi ve toplumun geleceği açısından çok ciddi bir pedagojik sorundur. Ne Milli Eğitim Bakanlığı ne de diğer ilgililer işin farkında değillerdir. Herkes son dönemde ayrıntılarla meşgul olmakta, geride kalan, açıkça görülmeyen ama sistemi zehirleyen esas sorunlarla ilgilenmemektedir. Tüm ilgili taraflar sürekli sınav sistemlerini tartışıyor, sınavlardan önceki sürece kimsenin baktığı yoktur. Sınavlar; öğrenmenin, davranış değişikliklerinin, “iyi insan ve iyi yurttaş” yetiştirme kaygısının önüne geçirilmiştir.
Bu ve benzeri nedenlerle çok eskiden beri öğretmenlerle Milli Eğitim Bakanlığı arasında da verimli bir iletişim, iş birliği, eğitim sorunlarının çözümüne yönelik bir müzakere ve uzlaşma, anlaşma ortamı hiçbir dönemde sağlanamamıştır. Bakanlıkla öğretmenler arasındaki ilişki bir arabanın farklı yönlerde dönen tekerleklerine benzemektedir.
3. Eğitimin sosyolojik açıdan iki mühim işlevi vardır; tutucu ve yaratıcı işlevi. Bunların ikisi de gereklidir. Eğitim önce mevcut kültürel değerleri, kurumları, normları, davranışları öğrencilere öğretmek, kazandırmak zorundadır. Kısaca eğitim, toplumum kültürünü kuşaklar boyu korumak, muhafaza etmek ve devam ettirmek mecburiyetindedir. Bu yönü ile eğitim muhafazakâr bir özellik taşımaktadır. Bu, aynı zamanda eğitimin muhafazakâr boyutudur
İkinci olarak eğitim; yaratıcı, üretici, değiştirici, yenileştirici bir işleve de sahiptir. Yani eğitim sistemi ve öğretim faaliyetleri içinde kültür bir bakıma yeniden yoğrulur, yorumlanır, ona yeni unsurlar, anlamlar eklenir. Böylece her kuşak kültüre yeni renkler, değerler, anlamlar kazandırmaktadır, dolayısıyla onu yeniden üretmektedir. Bu toplumsal işlem öncelikle ve özellikle eğitim süreci içinde gerçekleştirilir.
Öğretmenler bu iki işlevi dengeli bir biçimde ve bir arada götürmek zorundadırlar. Bunlardan birine ağırlık verip diğerinin hiç önemsenmemesi hâlinde tek boyutlu bir eğitim uygulanmış olur. Tümüyle geçmişe dönük ve geleceğe kapalı bir öğretmen de tümüyle geleceği öne çıkararak, geçmiş ve tarihsel değerleri yok sayan bir öğretmen de tehlikelidir.
Ne yazık ki birçok öğretmen bahsettiğimiz bu kültürel dengelemeyi tam başaramamakta, bu durum hem kuşaklar arasında çatışma davranışlarını öne çıkarmakta hem de toplumda mevcut kültür inkâr edilmeden, kültürel bir yabancılaşma yaşanmadan tedrici (evrimci bir çizgi hâlinde) ve düzen içinde bir ilerleme, yenileşme sağlanamamaktadır. Bu durum, pek de farkına varılmayan çok önemli bir pedagojik, sosyolojik niteliği olan bir öğretmen kusurudur. Türkiye’de öğretmenlerde bu yaygın bir mesleki zaaf ve sorun olarak gözlenmektedir.
4. Meslek ahlakı bakımından, tüm mesleklerde gözlenen bir eksiklik veya yanlış bir tutumdan da bahsetmek istiyoruz. Önce şunu belirtelim ki, özellikle demokratik bir rejim içinde yaşayan yurttaşların, ülke yönetimi ile ilgilenmeleri, siyasi olaylar karşısında duyarlı bir davranış sergilemeleri, bu noktada üzerlerine düşen siyasi, yasal ve ahlaki görevleri yerine getirmeleri beklenir. Ancak toplumsal yapı ve toplumsal ilişkiler açısından bireyler; önce mesleki yetişmeleri, becerileri, yaratıcılıkları, topluma olan katkıları dikkate alınarak değerlendirilir. Yani bu noktada siyasi öncelikler mesleki önceliklerden sonra gelir ve öyle olmak zorundadır. Toplumun, kültür ve uygarlığın gelişmesi, ilerlemesi; bilhassa kendi alanlarında, mesleklerinde üretken, yaratıcı olan ve topluma, diğer insanlara katkı sağlayıcı bireylerin, yurttaşların varlığı ile sağlanır. Kendi mesleklerinde, işlerinde başarılı, yararlı olamayanların; politikada üretken olmaları, toplumu daha ileri aşamalara taşımaları, huzur ve refah getirmeleri de mümkün değildir.
Türkiye’de genellikle diğer meslek gruplarında olduğu gibi öğretmenlerde de politik tercih ve tutumları mesleki kaygı ve tavırların önüne çıkarma davranışları sıkça görülmektedir. Hâlbuki yukarıda belirtiğimiz gibi, birinci planda kendi işine, mesleğine odaklanmayan insanların üretken ve yaratıcı olmaları mümkün değildir. Her türlü ilerleme ve kalkınma; bu mesleki bilgi ve becerilere, etkinliklere odaklanan meslek insanları sayesinde olmaktadır. İnsanların hayatlarını anlamlı kılan; onların yaptıkları iş, yani meslekleridir. Birey, tüm yaratıcılık ve hünerini kendi işinde gösterir. Örneğin Almanya’yı ekonomi ve sanayileşme açısından Almanya yapan böyle bir meslek ahlakı ve ciddiyetidir. Teknoloji ve bütünüyle uygarlık yaratıcı, buluşçu bireylerin çabalarıyla ilerlemektedir. Bu tür insan kaynağını yaratan, yetiştiren de böylesine özellikler taşıyan eğitim sistemi, dolayısıyla öğretmenlerdir.
“İnsanlık Elbet Bir Gün Aya Çıkacaktır”
5. Son olarak da yaygınca görülen bir eksikliğe daha değinmek istiyoruz. Azımsanmayacak sayıda olan bir kısım öğretmenler de öğretmenlikle ilgili herhangi bir okulu, fakülteyi bitirince artık her şeyin öğrenildiğini, meslek için gerekli bilgi ve becerilerin kazanıldığını, bunların da belirli ders kitaplarında veya notlarında yer aldığını düşünerek yeni güncel bilimsel ve mesleki literatürün sürekli takip edilerek okunmasını gereksiz bulmaktadırlar. Bu tipler; ellerinde bulunan mevcut ders kitapları veya notları ile yetinmekte ve ders öncesinde bile bu kaynakları gözden geçirmemekte, günlük dersleri için ayrıca hiçbir hazırlık yapmadan, işi otomatiğe bağlayarak derslere girmektedirler. Bu öğretmenler, mesela aradan yirmi yıl da geçse öğrenciliklerinde okudukları bir kitabı hiç değiştirmeden ona yenilerini eklemeden derslerde izlemeyi sürdürmektedirler. Hâlbuki öğretmenler, geniş ve yeterli bilgiye ulaştıklarını düşünseler de sürekli bir arayış, inceleme ve okuma alışkanlığı kazanmış olmalıdırlar. Hele bilginin hızla eskidiği, değiştiği bilgi ve iletişim çağında bu davranış mutlaka gereklidir. Şimdi bu tür bir tembelliğin, meslek kusurunun ne tür gaflara mal olacağını gösteren yaşanmış bir anıya yer verelim.
Yıl 1973, bendeniz Erzurum Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü’nde görevliyim, sosyoloji ve eğitimle ilgili dersler okutmaktayım. Enstitüde farklı bölümler var. Bu Enstitü, diğerleri gibi ortaokul ve liselere öğretmen yetiştiriyor. Sosyal Bilimler Bölümünde coğrafya derslerine giren (şimdi mutlaka rahmetlik olmuştur, ama yine de adını vermeyelim) aynı zamanda Müdür Yardımcılığı yapan ve sürekli olarak öğrencilerin haylazlığından bahsederek, onlar üzerinde bir otorite tesis etmeye çalışan, altmışlı yaşlarda bulunan bir hoca; bir gün coğrafya dersinde kürsüye oturmuş, her zamanki gibi önündeki ders notlarına bakarak konuyu anlatıyor. Gözlük kullanan hoca, notlarına baktıktan sonra, başını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden tüm sınıfa hitaben, öğrencilere önemli bir şey söylüyormuş edasıyla: “İnsanlık elbet bir gün Aya çıkacaktır” demiş. Hocayı dikkatlice dinleyen öğrencilerden birisi, hemen elini kaldırarak bir şey söylemek istemiş. Hoca da “Buyur, ne diyeceksin?” demiş. Öğrenci, “Hocam Amerikalılar Aya 1969 yılında çıktılar, aradan dört yıl geçti” demiş. Sınıfta gülüşmeler olmuş. Hoca, önce birkaç saniye duraksamış, şaşırmış, ama dersteki inisiyatifi kaybetmemek için yüksek sesle ve öğrenciyi de azarlarcasına, “Otur yerine, terbiyesiz herif, bunlar 1948’in notları!” demiş. Şimdi burada, hocanın hangi kusurunu ele alalım? Bilgisizlik, ilgisizlik, tembellik, pişkinlik gibi kusurların hepsi bir arada bulunuyor. Üstelik özrü kusurundan da büyük ve bir de öğrenciyi hakaret edercesine azarlıyor. Bu hoca 1948’de Ankara Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’nden mezun olmuş. Anlaşılıyor ki bu kişi 25 yıl boyunca; notlarında hiçbir değişiklik yapmadan, tarihlere bile hiç dokunmadan, ders öncesi notlara bir göz dahi atmadan öğretmenliği sürdürmüş. Coğrafya hocasının bu gafı, mesleki kusuru; uzun süre enstitü hocaları ve öğrencileri arasında alay konusu olmuştu. Ne diyelim, Allah öğrencilerimizi böyle öğretmenlerden korusun!