Kültür kavramı ile ilgili yapılan sınıflandırmalara başlıkta belirtilen şekilde bir sınıflandırma da eklenebilir. Kültürün tüm öğeleri söz veya yazı ile yani bir takım araçlarla ifade edilir. Aynı zamanda kültürü bunlar yaşatır, devam ettirir. Toplumların kültür tarihine bakıldığı zaman görülmektedir ki bazı toplumlarda sözel kültür, bazılarında da yazılı kültür öne çıkmaktadır. Aslında insan ilişkileri bu iki kültürü hem içermekte hem de zorunlu kılmaktadır. Bunlar birbirini bütünler ve ikisi de gereklidir. Ancak değişik nedenler, faktörler bu iki kültürden birini daha önemli ve yaygın hale getirmektedir. Bu durum öncelikle toplumların sosyal yapıları ve sosyal yaşantıları ile ilgilidir. Zaten kültür sosyal ihtiyaçlardan doğmakta ve aynı zamanda toplumların kendilerine has özelliklerini, onların kimlik ve renklerini ifade etmektedir. Bu ayrım oldukça önemlidir ve sosyolojik açıdan anlamlı nitelikler, farklılıklar içermektedir.
Söz konusu ayrımın temellendirilmesinde ilk önemli faktörlerden biri, toplumların toprağa erken veya geç yerleşmeleri ile ilgilidir. Çok uzun süre göçebe hâlde yaşamış, daha çok hayvancılıkla uğraşmış veya bir bozkır kültürü yaratmış olan toplumlarda sözel kültür ağırlık taşımakta, baskın olmaktadır. Ayrıca göçebelik devam ettikçe yazılı kültürün aleyhine olarak sözel kültür ön plana çıkmaktadır. Bu bakımdan tarih içinde erken toprağa yerleşmiş ve hayvancılıktan çok tarımla uğraşan toplumlarda yazılı kültür diğerine göre daha fazla gelişme göstermiştir. Toprağa yerleşmek ve tarımla uğraşmak, binalar, evler, yol ve köprüler, köyler, kentler gibi artık sabit, kalıcı olan maddi kültür unsurlarının yaratılması demektir. Dolayısıyla bu sosyal yapıda her türlü insan ilişkilerinin, sosyal etkileşimin artması, karmaşıklaşması, zenginleşmesi söz konusudur. Böylece gelişen, kalıcı hâle gelen maddi kültür de gene gelişmiş ve kendine uygun manevi kültür üretmiş olur. İşte bu durumda her türlü düşünceyi, dili, sanatsal ürünleri, sosyal kuralları içeren manevi kültürü yaşatıp devam ettirecek bir sosyal araca ihtiyaç vardır; bu da “yazı”dır. Yazılı kültür bu süreç içinde oluşmaktadır. Bu şekilde her sosyal ürünün, etkinliğin, sosyal kurum ve değerin yazıya dökülmesi, kaydedilmesi söz konusu olmaktadır. Zaten insanlığın evriminde tarihsel ve antropolojik olarak yazının bulunması ve kullanılmasının çok önemli bir kültürel aşama olarak kabul edilmesi bilinen bir gerçektir.
Şimdi bu iki kültürün özelliklerine ve toplumsal yaşamdaki etkilerine, rollerine bir bakalım. Sözel kültürde “söz” esastır ve bu bir konuşma kültürüdür. Toplumda ikili ve çoklu konuşmaları, sohbeti, birlikte davranmayı, dayanışmayı öne çıkarır. Burada sosyal etkileşim çok hızlı olmaktadır. Ama aynı zamanda “dedikodu”yu teşvik eder, “söylentiler” toplumda çok etkin olmaya başlar. Onun için bizde eskiler bir şeyin “Şuyuu vukuundan beterdir” demişlerdir. Dedikodular ve söylentiler sosyal ilişkilerde hem mikro düzeyde hem de makro düzeyde çok olumsuz sonuçlar yaratır. Bu durumda gerçekler örtülür, kolayca ortaya çıkarılamaz ve toplum yanlış olanların arkasından sürüklenir. Söz uçucu olduğundan ve insan ilişkilerinde bu yaygın ve kısa ömürlü düşünce ve yargılar da etkili olduğu için toplumda önemli anlaşmazlıklar, çatışmalar çıkar. Sözel kültürde “nakilcilik” yaygın, köklü bir sosyal alışkanlıktır. Bu kültür ortamında müzakere, tartışma değil, münazara önemlidir. Söz sanatları çerçevesinde olmak üzere hitabet, nutuk atmak önemli bir maharet olarak kabul edilir. Sonuçta bu sosyokültürel yapı içinde sorun çözmek değil, yaldızlı, süslü konuşmalarla halkı ikna etmek, gerçek olsun olmasın bir düşünceye halkı inandırmak amaç haline gelir. Bu tür kültürlerde toplumda masal anlatma, destanlar, halk hikâyeleri, atasözleri, vecizeler, türküler, ağıtlar, şiir söylemek, maniler, fıkralar, tekerlemeler vb. çok yaygındır. Bunlar bir sözel gelenek olarak bireylerin ve toplumun hafızasında yer eder ve kuşaktan kuşağa aktarılarak sürer gider. Sözel kültürün egemen olduğu toplumlar daha çok günceli yaşarlar, bunlar için var olan somut yaşam önemlidir. Teorik, soyut düşünce ve bunlara bağlı insan eylemleri pek önemli değildir; felsefeye değer verilmez.
Yazılı kültürün ön planda olduğu toplumlarda ise “yazı”, “yazmak” yaygın, bireysel ve toplumsal olarak başlı başına önemli bir kültürel ve sosyal eylemdir, alışkanlıktır. Unutmak birey ve toplum açısından doğal bir durumdur, kaçınılmazdır. Hatta bazı durum ve olaylar için gerekli ve faydalıdır da. Unutmanın yarattığı olumsuzlukları insanlar yazı ile telafi ederler. Yazmak bir şeyi belgelemek, kayda geçirmek, tarihe mal etmek, yani unutulmaz hale getirmektir. Böylece tüm kültür unsurları kalıcı hâle gelir, gelenekleşir. Toplumda ve kültürde önemli olan tarihsellik bu şekilde sağlanır. Böylece geçmiş kuşlakların yarattığı kültür unsurları, her türlü bilgi, düşünce yazıya dökülerek bir kültürel birikim hâline getirilir ve bu kültürel birikimin de eksiksiz olarak yeni kuşaklara aktarılması gerçekleşmiş olur. Yazmak basit bir tespitin dışında, düşünmek, bir şeyi, olayı irdelemek, eleştirmek, yorumlamak, gelecek kuşaklara mal etmek, aynı zamanda geleceğe bir mesaj vermektir. Yazmak, ayrıca bir tarih bilincinin var oluştuğunu da gösterir ki bu tarihsel bilinç toplumlar açısından ve sosyolojik olarak çok önemlidir, gereklidir. Yazılı kültürün egemen olduğu toplumlarda şiirin yanında nesir ön plandadır ve roman, düşünce, deneme, makale, eleştiri, anı yazıları gibi edebi türler ortaya çıkar. Bu durum toplumun üç hâli (geçmiş, şimdiki hâl ve gelecek) birlikte yaşaması ve düşünmesi demektir. Böylece toplum kendi kendini eleştirir, geçmişten dersler çıkarır ve geleceğe ilişkin de projeler üretir. Yazı ve yazılı belgeler topluma bir tarihsellik kazandırdığı gibi geleceğin inşasını da kolaylaştırır. Bir toplumda düzyazı alışkanlığı ve geleneği oluşmadan felsefi düşünme alışkanlığı da gelişmiyor. Günümüzde çok eleştirilen popüler kültürün hafifliği, sığlığı da onun sözel bir kültürden ibaret olmasındandır.
Şimdi de bu iki kültür açısından bizim toplumumuzu değerlendirelim ve bazı sonuçlara ulaşmaya çalışalım. Türk toplumunda öncelikle göçebelik döneminin çok uzun sürmesinden dolayı sözel kültür daha egemen ve yaygın hale gelmiştir. Bizde düşünen, eleştiren ve yazan insandan çok konuşan insan öne çıkarılmıştır. Türkiye’de herkes insanımızın kitap okumadığından şikâyet eder ve bu tutumu eleştirir. İyi de yazmadan okumak olur mu? Yazma merakı ve alışkanlığımız yok ki sonradan onları okuyalım. Yazma alışkanlığı kazanılmadan okuma alışkanlığı kazanılır mı? Yazmak okumaktan önce gelir. Bu nedenlerle Mehmet Âkif’in vurguladığı gibi tarihten ders de çıkaramıyoruz. Geçmiş olayları kaydetmediğimiz için onları çabucak unutuyoruz. Sorun Türk halkının belleğinin zayıflığı değil, olay ve olguları kaydetmeyişi ve sonra da bunları okuyup değerlendirmeyişidir. Bu bilindiği için olsa gerek halk arasında şöyle bir söz de söylenir: “Hatırda kalmaz, satırda kalır.” Ama bunu bildiğimiz hâlde uygulamayız. Türk toplumu tarihsel süreç içinde farklı coğrafyalarda sürekli hareket halinde olmuş, göç etmiş, savaşmış, devletler kurmuş, değişik dinlerle, kültürlerle karşılaşmış onlardan hem etkilenmiş hem de onları etkilemiştir. Ne yazık ki bu büyük toplumsal maceramızla ilgili elde çok az belge ve yazılı eser vardır. Dolu dolu ve hızlı yaşamışız, ama bunları yazıya dökmemişiz.
Düşündüklerini ve yaptıklarını yazıya döken kavimler, uluslar evrensel kültür ve uygarlık tarihi bakımından daha fazla üretken olmuşlar, başkalarını etkilemişler ve göz doldurmuşlardır. Eski Yunan uygarlığının önemi, ihtişamı günümüze ulaşan yazılı kaynaklardan, eserlerden dolayıdır. Örneğin Yunan düşünürü Aristoteles ne düşünmüşse, ne görmüşse ve ne duyduysa hepsini kayda geçirmiş, bunlar üzerinde değerlendirmeler, yorumlar yapmıştır. Yeryüzünde hangi ulus dişe dokunur düzeyde maddi ve manevi bir eser bırakmışsa o ulus o oranda itibar ve saygı görmektedir. Bunların içinde klasikleşmiş ulusal ve evrensel niteliği olan yazılı eserler başta gelmektedir.
İstatistiklere göre modern toplumlar arasında en az okuyanlar grubu içinde yer almamıza rağmen cep telefonu ile konuşanlar arasında ise en başlarda yer alıyoruz. Birbirimizle bu kadar çok konuşmamıza karşılık, acaba aramızdaki sorunları çözmede ve uzlaşmada ne durumdayız? Bu noktada pek de iyi durumda olmadığımız anlaşılmaktadır. Çünkü gene istatistikler Türkiye’de hemen hemen herkesin mahkeme raflarında bekleyen bir dava dosyasının olduğunu da işaret etmektedir.
Olaya pedagojik açıdan bakarsak, şunlar söylenebilir: Okullarda öğrencilerin, öncelikle dil ve edebiyat derslerinde yazı yazmaları, niceliği ve niteliği ne düzeyde olursa olsun her ders ve etkinliğe bağlı olarak teorik bilgilerin arkasından sürekli notlar almaları sağlanmalıdır. Öğrencilerin her ders ve konuda yazı denemeleri yapmaları, onların gördüklerini, duygu ve düşüncelerini yazıya dökmeleri bir eğitim ve öğretim ilkesi olarak kabul edilmeli, bu beceri tüm öğretim aşamalarında teşvik edilmelidir. Zira öğrencilerin düşüncelerini disipline etmeleri ve yaratıcı olmaları ancak bu sayede mümkün olabilir. Bu nedenlerle öğrencilere mutlaka yazı yazma alışkanlığı kazandırılmalıdır. Çünkü yazma alışkanlığı kazanılmadan okuma alışkanlığı kazanılmamaktadır. Gelişmiş Batı ülkelerinde bu öğretim ilkesine yüzyıllardan beri çok önem verilmektedir. O ülke insanlarının okuma alışkanlığı kazanmaları bu şekilde mümkün olmuştur.