İki Türlü Deprem Var
Genel anlamıyla ele alırsak, biri yer altında diğeri de yer üstünde olmak üzere dünyada iki türlü depremin varlığından bahsedebiliriz: Birincisi yer altındaki fiziksel ve kimyasal değişmelere bağlı olarak oluşan ve büyük bir doğal afet olarak kabul edilen bilinen depremler, ikincisi de çok değişik sosyolojik nedenlere bağlı olarak meydana gelen toplumsal depremlerdir. Bilindiği gibi, yerin altındaki unsurlar, tek tip homojen maddeler değillerdir. Burada çok büyük bir çeşitlilik, renklilik gösteren farklı fiziksel ve kimyasal özelliklere sahip, ayrıca değişik pozisyonlarda olan taşlar, kayalar, topraklar, madenler vs. bulunmaktadır. Bu maddeler de belirli yerlerde ve belirli büyüklüklerde tabakalar, damarlar, levhalar halindedirler. Bunlar genel olarak de fay hatları şeklinde konumlanmaktadırlar. İşte bu tabakalar, levhalar değişik nedenlerden dolayı zaman zaman kırılmakta, bükülmekte, şekil değişikliğine uğramakta dolayısıyla yerin altında bizim görmediğimiz ama hissettiğimiz ve sonuçlarından çok etkilendiğimiz dehşet verici doğal olaylar meydana gelmektedir. Yerin altındaki bu kırılmalar, yer değiştirmeler büyük bir gerilimin-enerji birikiminin ortaya çıkmasına yol açmakta bu enerji boşalması da yer üstünde yaşayan tüm varlıkları, canlıları etkilemekte, büyük acılara, ölümlere sebep olmaktadır. Dolayısıyla deprem, yerin içinde jeologların “fay” olarak adlandırdıkları kırıklar üzerinde biriken fiziksel enerjinin aniden boşalması sonucu oluşan yer değiştirme hareketinin sebep olduğu bir dalga hareketleridir.
Depremler, çoğunlukla yer kabuğunun nispeten yakın zamanlarda kıvrılmış ve kırılmış, dolayısıyla henüz tam yerleşmemiş bölgelerinde olmaktadır. Bu bakımdan dünyanın bazı ülkeleri, yerin altında söz konusu olan katmanlar, maddeler zaman içinde fiziksel-coğrafi bakımdan nispeten istikrarlı hâle geldiği ve oturuştuğu için deprem felaketi ile pek karşılaşmamaktadırlar. Ama bazı ülkeler ise bu açıdan şanssızdırlar; bunların üzerinde yaşadıkları yer jeolojik-fiziksel bakımdan henüz tam yerleşmediği için küçük büyük sık sık depremlerle karşılaşmaktadırlar.
Sosyal Farklılaşma-Tabakalaşma
Toplumlar nitelikleri farklı olsa bile, şekil olarak yer kabuğuna benzemektedirler. Çünkü toplumlarda da gerek yatay, gerekse dikey olmak üzere konumlanmış çok çeşitli niteliklerde olan insan topluluklarından oluşan sosyal tabakalar, sınıflar, gruplar, cemaatler, örgütler vardır. Sosyal farklılaşma, tabakalaşma, gruplaşma önemli bir sosyal süreçtir. Yani toplumlar da homojen varlıklar değillerdir. Çünkü her insan gerek biyolojik gerekse psikososyal bakımlardan tekildir, diğerlerinden farklıdır. İnsanlar arasında yetenek, ilgi, yaşam tarzı farklılığı kendiliğinden bir iş farklılığına, gruplaşmaya yol açar. İnsanlar arasındaki bu farklılıklar aynı şekilde toplumdaki farklılıklara dönüşmektedir. Farklılıkların olduğu yerde de çelişkiler, rekabetler, çatışmalar vardır. Söz konusu bireysel ve toplumsal farklılıklar biyolojik, cinsel, psikolojik, kültürel, sosyal, etnik, sınıfsal, ideolojik, siyasal, dinsel vs. nedenlerden kaynaklanmış olabilir. Sebebi ne olursa olsun sonuç itibariyle farklılıkların, eşitsizliklerin olduğu yerde insanlar arasında gerilimler ve çatışmalar kaçınılmaz olmaktadır. Bu çatışmalar her zaman bir dağılma, çözülme ile sonuçlanmayabilir. Ancak sosyal yaşamda, sonuçta bir uzlaşma gerçekleşmiş olsa bile, sürekli gerilim ve çatışmalar bir sosyal gerçek olarak kendini göstermektedir. Gruplar, tabakalar bakımından hiyerarşik olmayan bir toplum yoktur. Bu hiyerarşik yapı çok açık olduğu gibi kapalı-dolaylı bir özelikte de olabilir.
Örneğin Türkiye’de Cumhuriyetin ilk yıllarında ulusal bütünlüğü pekiştirmek için şöyle bir slogan oluşturulmuş: “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz”. Bu bir temennidir, ancak böyle bir temenni sosyal gerçekliğe aykırıdır. Yani bu temenninin gerçekleşmesi imkânsızdır. Doğal olarak sosyal bütünleşmeden, ulusal bilinçten bahsedilebilir, bunun sağlanması için çaba harcanabilir. Fakat bu bütünleşme çok makro düzeyde genel bir çıkar ve kader birliğine dayanır ve bu durumu ifade eder. Toplumda makro düzeydeki bu genel sözleşmenin, birleşmenin altında yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı mikro düzeyde sayısız denecek kadar çok farklılaşma ve tabakalaşma, gruplaşma nedenleri vardır. Bunlar da mikro düzeyde psikososyal rekabetler, gerilimler ve çatışmalar demektir. Ancak buradaki çatışmayı mutlaka fiziki bir vuruşma olarak algılamamak gerekir.
Toplumlardaki dinamizm, sosyal hareketlilik, yeni sosyal, kültürel ve siyasal, ekonomik oluşumlar, kurumlaşmalar bir bakıma bu sosyal gerilimlerin çatışmaların ürünü sayılmaktadır. Onun için Dahrendorf, “Çatışma, insan tarihinin en büyük yaratıcı kuvvetidir” demiştir (Wallace-Wolf, 2004: 140). Sosyolojik açıdan toplumu, sosyal yapıyı anlamak, kavramak ve açıklamak demek, toplumu meydana getiren bu unsurların özelliklerini, sosyal yapı içindeki işlevlerini, konumlarını, tarihsel süreç içindeki oluşumlarını, birbirleri ile etkileşimlerini ve toplumdaki değişme sürecine olan etkilerini, katkılarını bilmek ve anlamak demektir. Dolayısıyla bu durum topluma olabildiğince önyargısız- objektif ve analitik bir yöntemle bakmayı gerektirir.
Sosyal Çatışmalar ve Sosyal Denge
Toplum gerçekte, yukarıda belirtilen unsurlar arasında makro düzeyde göreceli bir sosyal dengeyi ifade eder. Tabakalaşma, gruplaşma toplum açısından bir patoloji değildir. Doğal, kaçınılmaz ve hatta toplumsal dinamizm ve yaratıcılık açılarından gereklidir. Bu statik ve sürekli olan bir denge de değildir. Toplumda mutlak ve sürekli bir denge hâli olmaz; olursa bu, toplumdaki gelişme, değişme, yenilenme dinamiğinin yok olması demektir. Mutlak ve kesintisiz bir çatışma durumu da olamaz. Bu takdirde de toplumun çözülmesi, dağılması söz konusudur. Zaten sosyal değişme süreçleri içinde bu denge sürekli bozulmakta ve yenilenmektedir. Her sosyal değişme olgusu, yoğunluğuna, düzeyine, kapsamına göre olmak üzere genel anlamda sosyal dengede bir bozulma yaratır. Schumpeter buna “yaratıcı yıkım” diyor (Acemoğlu-Robinson, 2014: 84). Toplumsal yaşamda dengesizlikle denge arasındaki sürekli gelgitler söz konusudur. Toplumsal sarkaç, bir dengeyi bir dengesizliği gösterir. Tabakalar arasındaki rekabet, gerilim ve çatışmalar yukarıda belirtildiği gibi toplumun dinamik ve yaratıcı boyutunu oluşturur. Toplumlarda değişmeyi sağlayan sosyal enerji işlev, konum, statü, prestij ve düzey bakımlarından farklılık gösteren bu tabakalar arasındaki gerilimlerden, etkileşimlerden doğar.
Ayrıca her sosyal tabakada, grupta üyeler arasındaki dayanışmanın, etkileşimin yarattığı bir potansiyel enerji vardır. Bu sosyal kategorilerde grup bilinci ne kadar güçlü ise ve gruplar, tabakalar arasındaki karşıtlık, çelişki ne kadar yoğunsa biriken enerji de o kadar fazla olmaktadır. Kitlelerde biriken bu enerji toplumda gerek tarihsel şartların elverişliliği gerekse yöneticilerin (özellikle karizmatik liderlerin) zekâsı, öngörüsü, toplumsal gerçeği iyi tanıması, yerel ve evrensel gelişmeleri doğru değerlendirmesi gibi nedenlerle olumlu yönde yani toplumun yeni aşamalara ulaşmasında, ilerlemesinde kullanılabilir. Belirli zaman diliminde iç ve dış dinamikler ve politik tercihler de böyle bir gelişmeye uygun değilse, bu takdirde “sosyal depremler” (sosyal kriz, anomi, sosyal çözülme, bozulma ve dağılma) gündeme gelmiş demektir. Bunları önlemek ve ortaya çıkan bu enerjiyi toplumun, çelişen tabakaların tümünün çıkarları doğrultusunda yönetmek mümkün değil midir? Bu çok zorlu ve karmaşık bir sosyal gerçekliktir ki olumlu cevap vermek her zaman mümkün olmamaktadır. Bu önemli problemle ilgili olarak bu noktada yapılabilecek belki de en önemli şey, sosyal depremlerin meydana geliş mekanizmalarını yani bu depremlerin neden ve nasıl oluştuğunu bilmek, anlamaktır. Bu tür sosyal krizlerin nedenleri ve nasıl olduğu bilinirse belki de önceden tedbir almak bir ölçüde mümkün olabilir.
Yerel ve Evrensel Adaletsizlikler Temel Nedendir
Buraya kadar olan açıklamalarda yer altında meydana gelen depremlerden hareket ederek, toplumda da şekil olarak benzeyen, ama nitelikçe ayrı olan farklılaşma ve tabakalaşmalardan, dolayısıyla bu kesimlerde bir enerji birikiminden ve bu süreçlerin kaçınılmazlığından, ayrıca bu enerjinin negatif bir nitelik kazanarak çok ciddi sosyal depremlere yol açtığından bahsettik. Öncelikle vurgulamak gerekir ki söz konusu ettiğimiz farklılaşmış ve zıtlaşan tabakalarda, nedenleri ne olursa olsun, öfke, gerilim arttıkça biriken enerjinin negatif yönde boşalması ve toplumda ciddi güvenlik ve düzen sorunlarının ortaya çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Bu açıklamalardan sonra şimdi de bu çerçevede meydana gelen sosyal depremlerin nedenleri üzerinde durmak istiyoruz.
Bu sorun İlkçağ’dan bu yana çoğu filozofun, sosyoloğun, yöneticinin ilgi duyduğu, kafa yorduğu bir sorundur. Burada en önemli konu, tabakalar, sınıflar ve diğer sosyal unsurlar arasında, toplum düzeyinde olmak üzere, her türlü nimetlerin, külfetlerin, hak ve özgürlüklerin, statü ve saygınlıkların hakça yani adalete uygun biçimde dağıtılması, haksızlıkların yapılmaması, imtiyazlı kitlelerin, mağdur-mazlum kesimlerin meydana getirilmemesidir. Tüm sosyal krizlerde, depremlerde temel ilke, mesele budur. Diğer nedenler, faktörler ayrıntıdır, teferruattır, bunlar genel adaletsizliğin türevleridirler.
Adaletin çok çeşitli boyutları vardır. Öncelikle bireylerin üretim etkinliklerine katılmalarında, ardından tüketim mallarının paylaşımda adaletin sağlanması gerekir. Gene demokrasilerde yönetimi etkilemede, belirlemede, yönetime katılmada, hukuk sisteminin adalet ilkesine göre oluşturulması temel ilkedir. Eğitimde fırsat ve imkân eşitliğinin sağlanmasında adalet çok önemlidir. Ayrıca diğer hak ve özgürlüklerin paylaşımında, gerçekleştirilmesinde adalet ilkesinin işletilmesi bireylerdeki toplumsal aidiyet duygusunun güçlendirilmesinde, sosyal bütünleşmenin sağlanmasında adalete dayalı bir sosyal sistemin kurulması gerekmektedir. Toplumda her bireyi ve tüm konuları, sorunları kapsayan bir kavram ve kurum olarak adalet yoksa, işletilmiyorsa toplumda negatif ve öfke içeren sosyal gerilimler, enerjiler birikmeye başlamış demektir. İşte bunlar toplumsal krizlerin, depremlerin ilk işaretleri kabul edilmelidir. Bu psikososyal tortular zamanında farkedilir ve gerekli tedbirler alınırsa çelişkiler azaltılmış olur, makro düzeydeki sosyal denge, bütünleşme zarar görmez. Bu yapılmaz da adaletsizlikler devam ederse, hatta artarsa, ciddiye alınmazsa ileride sosyal depremler kaçınılmaz olur. Ancak burada şu noktaya dikkat çekelim; yukarıda bahsettiğimiz negatif nitelikteki sosyal enerji birikimi hemen harekete geçmez. Bu negatif duygu-öfke birikimi bazen on yıllarca, bazen daha uzun süre devam eder, büyür, yoğunlaşır, ama somut, tehlikeli bir belirti vermeyebilir. Bu tür toplumsal birikimler bireysel birikimlere göre çok uzun zaman içinde meydana gelir. İşte bu durum çoğu yöneticiyi, politikacıyı yanıltır. Şurası kesin ki bu sosyal enerji hiçbir zaman kaybolmaz, yok olmaz. On yıllar hatta yüzyıllar sonra uygun zaman, ortam meydana geldiğinde çok tehlikeli olan ve tüm sosyal dengeleri değiştiren bir sosyal deprem olarak karşımıza çıkar.
Dünyada 18. yüzyılda yaşanan Sanayi Devrimi ve 20. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen İletişim-Bilişim Devrimi’nden sonra, adalet kavramı sadece bir toplum çerçevesinde değil, tüm yeryüzünde, uluslararası düzeyde ele alınıp tanımlanmaktadır. Yeryüzü ölçüsünde yaşanan genel küreselleşme ile birlikte adalet kavramı da küreselleşmiştir. Uluslararasındaki ekonomik, kültürel, siyasal alanlarda oluşan haksızlıklar, sömürüler, yani adaletsizlikler bu kez evrensel düzeyde krizler, gerilimler, hatta çatışmalar yaratmaktadır. Mazlum ve mağdur uluslar, gruplar, cemaatler, on yıllar ve yüzyıllar sonra hem yerel hem de evrensel düzeyde seslerini yükseltmekte, çeşitli yöntem ve araçlarla haklarını aramaktadırlar. Bu hak aramalar ulusal, sınıfsal olduğu gibi etnik, dinsel ve mezhepsel alanlarda da kendini göstermektedir.
Güncel Örnek
Bugün Ortadoğu’da yaşanan çatışmalar, karmaşa esas olarak yukarıda bahsettiğimiz yanlışlıkların, haksızlıkların yani adaletsizliklerin sonucudur. Bu sonuçlar dünyanın egemen güçlerinin her türlü sömürgeciliği, kendi hegemonyalarını devam ettirmek için azgelişmiş veya geri kalmış ülkelerin gelişmelerini ve önemli ekonomik, siyasal aktörler haline gelmelerini engellemek için bu ülkeleri bölmeleri, yapay, coğrafi, tarihi ve demografik temeli olmayan devletler meydana getirmelerinden dolayıdır. Bu tür bölgeler, ülkeler dünyanın fay hatları sayılırlar. Bunlara ilave olarak söz konusu egemen devletler çeşitli haksız ve gerçeği olmayan bahanelerle söz konusu ülkeleri bir de işgal etmektedirler. İşte bu dış müdahaleler, işgaller Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmiştir. Bu müdahaleler olmamış olsaydı Ortadoğu’daki sosyal, siyasal evrim geç ve acılı da gerçekleşse yatağını bulur ve toplumun iç dinamiklerine, tarihsel çizgisine uygun bir yol izlerdi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı, Ortadoğu coğrafyasında pasif hâlde bulunan tarihsel fay hatlarını bilerek kurcaladı, aktif hâle getirdi. Irak’a müdahale ile birlikte bu suni olarak yapılandırılmış, çelişkileri artırılmış sosyal fay hatları şimdilerde tüm heybetleriyle ortaya çıkmış ve bu bölgede sonu belirsiz, çok acılı, çatışmalı sosyal depremlerin zincirleme etkileri, sadece komşulara değil tüm dünya ülkelerine büyük zararlar vermeye başlamıştır. Gene aynı dünya egemenleri 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da İsrail aracılığıyla başka bir adaletsizliği yaratarak dünyanın gündemine sürekli kanayan bir yara olarak “Filistin Sorunu” nu getirmişlerdir.
Huntington, ünlü “Medeniyetler Çatışması” adlı makalesinde kültürel, etnik, dinsel ve mezhepsel kimlik farklılıklarına dikkat çekerek, başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın belirli bölgelerinde ve belirli toplumlarında bu kültürel çeşitliliğe dayalı olan ve tarihten gelen potansiyel öfkelerin, gerilim ve çatışmaların varlığı üzerinde durmuştur. Huntington’a göre, çağımızda sınıfsallığa nazaran etnik ve dinsel yani kültürel kimlikler öne çıkmıştır; dolayısıyla bu durum bireyler ve toplumlar arasında önemli fay tabakalarının oluşmasına yol açmıştır. Bu bakımdan Huntington artık çağımızda, toplumlar ve medeniyetler arasında meydana gelen çatışmaların bu kültürel kökenli fay kırıkları yüzünden olduğunu söylemektedir. 1993 yılında yayımlanan bu makale çok eleştirilmiştir. Ancak günümüzde yaşadığımız olaylar Huntington’ ın pek de yanılmadığını göstermektedir.
Kaynaklar
-Acemoğlu, Daron- Robinson, James A., Ulusların Düşüşü, Çeviren Faruk Rasim Velioğlu, Doğan Kitap, %. Baskı, İstanbul, 2014.
-Huntington, P. Samuel, Medeniyetler Çatışması, Çeviren Mustafa Çalık, Vadi Yayınları, Ankara, 1995.
-Wallace Ruth A.-Wolf Alison, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çevirenler Leyla Elburuz-M. Rami Ayas, Punto Yayıncılık, İzmir 2004.