Politika ve Ahlak Nedir?
Politika ile ahlak arasındaki ilişki siyaset sosyolojisi ve felsefesinde birtakım teorisyenlerce zaman zaman dile getirilmiş ve tartışılmıştır. Siyasi doktrinlerin tarihine baktığımızda da bazı teorisyenlerin bu soruna değinmiş olduklarını görürüz. Biz burada politika ve ahlak kavramlarına özetle değindikten sonra bu iki sosyal olgu arasındaki ilişkileri ele alıp irdelemek istiyoruz. Politikaya bir kavram ve sosyal etkinlik olarak, bu sitedeki “Politika ve Sosyoloji” başlıklı makalemizde kısaca yer vermiştik.
O makalede politikanın ne tür bir sosyal eylem, süreç olduğu özetle de olsa açıklanmıştı. Kurumlar sosyolojisi açısından burada da şu açıklamaları yapmamız uygun olur. Politika toplumun beş temel sosyal kurumundan biridir. Toplumların, devletlerin yönetim şekilleri, sistemleri değişse de toplumsal yaşam doğal ve zorunlu olarak bir “yönetim” olgusunu da gündeme getirmektedir. Ayrıca bu kurum toplumların geçirdikleri aşamalara ve uygarlıktaki gelişmelere göre de evrimleşmiş, değişmiş giderek daha insani ve karmaşık bir boyut kazanmıştır. Dolayısıyla politik kurumlara zamanla bireysel ve evrensel hak ve özgürlükler bakımından daha insani bir özellik de eklenmektedir. Tüm bu gelişmelere bağlı olarak politikaya daha çok birey katılmakta, politikanın işleyişi şeffaflaşmaktadır.
Sanayi ve İletişim Devrimi’nden sonra politikayı etkileyen iç ve dış faktörler de oldukça artmıştır. Eskiler “Hikmet-i hükümetten sual olunmaz” derlermiş. Şimdi ise sual olunmayan hiçbir şey kalmamıştır. Herkesin bu kadar müdahil olmasından dolayı politika da eskiye oranla çok zorlaşmıştır. Artık demokratik sistem vazgeçilmez bir politik süreç olmuş ve halkın yönetime doğrudan veya dolaylı olarak katılabilmesi, kendi iradesini ortaya koyması bir yığın yeni araçlar, kurumlar, kavramlar ve yöntemler meydana getirmiş dolayısıyla politik karar ve davranışlar da o ölçüde karmaşıklaşmıştır.
Ahlak kavramı ile de ilgili özet bilgi vermemiz gerekir. Ahlak soyut bir kavramdır; ancak günlük insan davranışları ve ilişkileri yolu ile somutlaşır ve tüm eylemlerimizle ilgili hâle gelir. Bu bakımdan ahlak önemli, kapsamlı bir kavram ve sosyal olgudur. Ahlak çok yönlü ve geniş bir izafiyet boyutu olan kavramdır. Öncelikle bireysel ve toplumsal yönleri söz konusudur. Tek bir ahlaktan da bahsedilemez, çeşitleri vardır: Dini, siyasi, milli, ticari, mesleki, cinsel ahlak gibi. Ahlak toplumsal açıdan bir sosyal değer ve kurumdur, normdur, olgudur. Toplumdaki genel düzeni hukuk, gelenek ve görenekler, dini inanışlar ve ahlak kuralları sağlar. Bunlar aynı zamanda kendi alanları ile ilgi sosyal değerlere dayanır ve o değerlere bağlı olarak da belirli normlar oluştururlar. İnsan davranışlarının çerçevesini, sınırlarını bu normlar çizer. Bu yönü ile ahlakı toplum belirlemekte, ahlaktaki kuralları, davranış ölçütlerini toplum tayin etmektedir. Ahlak bir sosyal değer ve norm olması bakımından hukukla, gelenek ve göreneklerle, dinle de yakından ilgilidir, onlarla etkileşim içindedir. Örneğin ahlak dinden, gelenek ve göreneklerden beslenir, hukuk sistemine, yasalara da kaynaklık eder. Ayrıca ahlak felsefenin de önemli bir inceleme, araştırma alanıdır. Bu felsefe disiplinine ahlak felsefesi (etik) denir. Ahlak, doğrudan doğruya insan davranışları ile sosyal değer ve normlarla ilgili olması açısından davranışları iki kategoride değerlendirir. Yani ahlaki bakımdan davranışlar iyi-kötü biçiminde sınıflandırılır. Dolayısıyla ahlakta kötü olarak kabul edilen davranışlardan kaçınılır, iyi olarak kabul edilen eylemler gerçekleştirilmek istenir. Örneğin hırsızlık, yalan söylemek, dedikodu, insanları aldatmak kötü davranışlardır; doğruluk, dürüstlük, cömertlik, iyilikseverlik, yardımseverlik iyi davranışlardır. Bunlar toplum nazarında takdir edilir, en azından manevi ve sözel olarak ödüllendirilir.
Bireysel açıdan ahlak ise çok sübjektif, içsel bir kavramdır. Bu yönü ile ahlak doğrudan bireyin vicdanı ile ilgilidir. Ahlakın toplumsal boyutu, normları birey tarafından içselleştirilince insanın içine yerleşir ve bu “iç ses”e artık “vicdan” denir. Onun için insana en yakın olan dolayısıyla insan davranışları üzerinde en etkili olan sosyal norm ve değer ahlaktır. Hukukun, göreneklerin yaptırımından kaçılabilir de vicdanın yargılamasından asla kaçınılamaz. Ahlakta bizi yargılayan güç dışarıda değil, kendi içimizdedir. Din dâhil birçok sosyal değer insandaki bu vicdanı güçlendirmeye dönüktür. Sosyal değer ve normlar ne kadar içselleştirilir ve vicdani bir öz, nitelik kazanırsa o kadar kalıcı ve etkili olur. Gerek sosyal hayatın gerekse dini ve ahlaki eğitimin en önemli prensibi budur. Özetle ahlakta bireysel boyut ve öz toplumsal boyuttan daha önemlidir. Ahlak kurallarının arkasında öncelikle toplumun kendi kontrol ve yaptırım gücü vardır. Ancak ahlakın esas etkisi toplumsal vicdanın içselleşmesiyle ve bireysel bir vicdan hâline gelmesi ile sağlanır ve bu bireyselleşmiş otorite kişiler üzerinde daha etkili olur.
Politika ile Ahlak Arasındaki İlişkiler
Bu genel açıklamaların, tespitlerin ardından politika ile ahlak arasındaki ilişkilere geçebiliriz. Durkheim her sosyal faaliyetin, mesleğin mutlaka bir ahlakının olması gerektiğini vurgulamakta ve bunun bir ihtiyaç olduğunu belirtmektedir (Durkheim, 1962: 22). Gerçekten çok farklı alanlar için bile, örneğin, spor ahlakı, basın-yayın ahlakı, eğitim, aile, iş, tıp ahlakından bahsedilebilir. Dolayısıyla politika da bir sosyal faaliyet-hizmet alanı (meslek olup olmadığı tartışılabilir) olduğuna göre bir politik ahlaktan veya politikacının ahlakından söz edebiliriz.
Bu iki kavram ve sosyal kurum arasındaki ilişkiler üzerinde siyaset ve devlet felsefesi ile meşgul olmuş filozoflar ayrıca bazı siyaset sosyologları durmuşlar birçok teorik düşünceler üretmişlerdir. Örneğin Sokrates’in diyaloglarında Eflatun’un, Aristoteles’in daha sonraki yüzyıllarda da Montesquieu’nün, Rousseau’nun ve Marx’ın eserlerinde bazen açık bazen de örtük olarak bu iki sosyal olgu arasındaki ilişkilere sınırlı da olsa yer verildiğini görürüz. Montesquieu devlet-rejim şekilleri ile ahlaki davranışlar arasında bağ kurar. Ona göre örneğin cumhuriyet, faziletin egemen olduğu ülkelerde bulunur. Burada fazilet kavramı içinde özgeci duygular, menfaat gözetmezlik, kanaatkârlık vardır. Rousseau da ahlakla siyasal yönetim-devlet şekilleri üzerinde dolaylı olarak “Toplum Sözleşmesi” ve “Eşitsizlik Üzerine Söylev” adlı eserlerinde durmuştur. Fakat bu konuda en net, çarpıcı fikirler Machiavelli’nin “Prens”inde (Hükümdar) bulunmaktadır. Machiavelli bu ünlü ve üzerinde çok tartışılan, yazarına hiç de iyi bir san bırakmayan eserinde politikayı bir “sosyal olgu”, “sosyal realite” olarak objektif bir biçimde ortaya koymuş, politikanın kategorik olarak içeriğini, niteliğini açıklamaya çalışmıştır. Bir prensin, kralın, hükümdarın devleti yönetirken, siyasi bütünlüğü sağlarken nelere dikkat etmesi, onun başarılı olması için hangi araç ve yöntemleri kullanması gerektiğini, politikanın temel ilkelerini âdeta maddeler hâlinde sıralamış, bunların gerekçelerini de açıklamış ve bu gerekçeleri de bol örneklerle desteklemiştir. Öncelikle belirtmeliyiz ki, günümüzde çoğu siyaset bilimcinin de yaptığı gibi, Machiavelli de bireysel ahlakla politik eylemi, etkinliği birbirinden ayırmaktadır (Machiavelli, 1955). Ona göre politikada esas olan belirlenen ve kamuyu da doğrudan ilgilendiren amaçların gerçekleşmesidir. Yani politikada sonuçlar önemlidir. Buna ulaşmak için çok değişik ve gerekli araçlar kullanılabilir. Machiavelli bu eseriyle politikanın soğuk, acımasız yüzünü, tabiatını tüm insanlığın önüne sermiş oldu. Machiavelli’nin lanetlenmesi bundan dolayıdır.
Meriç, politika ve ahlak ilişkisini özlü ve çarpıcı ifadelerle Machiavelli’nin eserinden hareketle şöyle özetlemektedir. “Politikanın mutfağıdır Machiavelli’nin eseri. Biz ihbar edene değil, ihbar edilene kızmalıyız. Tarih bir kavgadır, bu kavgada muzaffer olmak için hikmet-i hükümete inanmak lazım. Bugünkü siyasi sosyolojiye göre de fert ahlakı ile politika ahlakı arasında bir münasebet yok. Hükümdarın iyi kalpli olması birçok felaketlere yol açabilir. Hükümdar bir ülkeyi yönetebilmek için 3-5 kelleyi uçurmak zorundadır. Hatta hükümdarın büyüklüğü buradadır. Hükümdar kendi iç dünyasını susturabilmelidir. Kendi hisleri namına sürüyü mahvetmek hakkına sahip değildir. İdare etmek başka şeydir, hususi ahlakın şartları başka. Kalabalık devlet adamını tanımaz, onu ancak hareketlerinin neticesi ilgilendirir, hükümdar hakkındaki hükmünü görünüşe göre verir. İnsanlar ellerinden çok gözleri ile hüküm verirler. Hükümdar faziletli olmak değil, faziletli görünmek zorundadır. Yalnız devletin otoritesi de hiçbir zaman sarsılmamalıdır. Marx da bir bakıma Machiavelli’nin devamıdır. İki ahlaktan bahsedebiliriz: 1. Niyet ahlakı, 2. Netice ahlakı. Marksizm de niyet ahlakı yerine netice ahlakını getirir (Meriç, 1993: 151).
“Politika beyaz eldivenle yapılmaz. Politikacı hislerini sonuna kadar saklamasını bilen insandır. Sezar politikaya matematiği getirmiştir. Bin kişiyi on bine feda eder. Bir operatör için ameliyat ne kadar tabii ise, politika adamı için de cinayet o kadar tabiidir. Machiavelli politikacı değildi. Öyle olsaydı Prens’i kaleme alamazdı. Politikada merhamet yoktur. Nasıl tıpta gaye vasıtaları meşru kılarsa, hasta organlar kesilip atılırsa, politikada da sosyal organizasyonların bütününe zarar verecek şahıslar ve müesseseler yok edilebilir (Meriç,1993: 190).
Anlaşılmaktadır ki politik kararları, eylemleri bireysel ahlaktan ayrı değerlendirmek gerekmektedir. Bu bakımdan politika bireysel ahlakın dışındadır, ahlaki açıdan politik eylemleri ne iyi ne de kötü diye değerlendirebiliriz, yani bu etkinliklerin bireysel ahlakla bir ilgisi yoktur. Ahlakın terazisi ile politikanın terazisi (insan davranışlarının tartılması bakımından) ve bunların kulvarları farklıdır. Politika ahlak alanının dışında cereyan eden bir sosyal etkinliktir. Peki, politikacının bireysel yaşantısında bir ahlaki kimliği, tavrı yok mudur? Vardır elbette, olmalıdır da. Kişilik olarak ahlaksız bir kimsenin politika ile uğraşması yönetimde suiistimalin, vurgunculuğun, adaletsizliğin, zulmün artmasına yol açar. Bu tipler politikada çok daha tehlikeli olurlar. Aslında ahlak bir bütündür, bir kimse bugün yalan söylüyorsa yarın da söyler; Ahmet’in malına çalan Mehmet’in de malını çalar. Ancak politikacının zorunlu olarak bireysel yaşantısı ile politik kararlarını, yargılarını birbirinden ayırmak gerekir. Bu durum politikacının kişiliğinden çok, yapılan işin mahiyetinden kaynaklanmaktadır. Politikada bireyin çıkarı ile kamunun (çoğunluğun) çıkarı sürekli karşı karşıya gelmekte ve bunların denkleştirilmesi, bağdaştırılması güç olmakta, bazen de hiç mümkün olmamaktadır. Politik süreçte her zaman birilerinin feda edildiği, kamu menfaati için harcandığı görülür. Bu kaçınılmaz bir realite olarak ortaya çıkmaktadır. Bir ülkenin büyükelçisini kaçıran teröristler devletin onaylayamayacağı taleplerle müzakereye oturur, “Bunları yerine getirmezseniz elçiyi öldüreceğiz” deseler, devlet, memurunu kurtarmaya çalışır bu mümkün olmazsa, toplumun genel çıkarlarını öne alarak mecburen elçinin öldürülmesine göz yumar. Machiavelli örneğin yalanı politika için olağan, kaçınılmaz günlük bir davranış olarak kabul etmektedir. Aslında yalanın küçüğü, büyüğü, iyisi, kötüsü olmaz; yalan yalandır. Ama devleti yönetenler, alınan veya alınacak her kararı, tedbiri olduğu gibi halka söyleyemezler. En azından kamu yararı açısından bunların açıklanacak zamanları, ortamları farklıdır. Örneğin alınan bir savaş kararını, gizli tutmak zamanından evvel söylememek, sorulunca da mecburiyetten dolayı saklamak, hatta yalan söylemek söz konusu olabilir. Bu durumda ilgili devlet adamını bireysel ahlak ilkeleri açısından yargılamak ve “yalancı” demek de uygun olmaz. Devlet yaşamındaki istihbarat çalışmaları, casusluk etkinlikleri ahlakın dışında olmak bir yana çoğu zaman ahlaka aykırı eylemleri içerir. Tüm bunlar “kamu yararı” gerekçesine dayandırılır.
Devletler politikalarında bazı ilkeleri benimseyebilir, bunları bir strateji olarak ortaya kayabilirler. Ancak bunlar hiçbir zaman mutlak doğrular olarak tanımlanamaz. Özellikle dış politika iç politikadan daha da değişkendir, izafidir. Halk arasında “Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır” denir. Bu bireysel ahlak, gelenekler ve kişilerarası ilişkiler açısından uygun, doğru bir karar olabilir. Ancak devletlerarasında bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı olamaz. Bugün dost olan iki devlet kısa bir süre sonra düşman hâle gelebilir. Bir İngiliz diplomatın sözünden yola çıkarak diyebiliriz ki, “Devletlerin ebedi dostları değil, ebedi menfaatleri vardır.” Politik kararların büyük çoğunluğu izafiyet taşır. Bunlar zaman, mekân ve mevcut konjonktürle, iç ve dış dinamiklerle sıkı sıkıya bağlıdır. Bu faktörlere göre değişiklik gösterir. Onun için politik kararlarda ahlaki değerlerdeki tutarlılığı, sürekliliği, kalıcılığı göremeyiz. Politikadaki bu oynaklık, politikacının kararlarının da sürekli değişkenliğine yol açmaktadır. Bu konu ile ilgili güçlükler, yanılmalar, eleştiriler, politikacılara yönelik suçlamalar buradan kaynaklanmaktadır. Ancak bu noktada önemli bir sorun daha vardır: Politikacıların yönetim süreci içinde kendi kişisel çıkarları ile kamunun çıkarlarını ayırt etmeyi, halkın çıkarlarını öne alma becerisini gösterip gösterememe sorunu. Acaba politikacı bu ince ayarı, çizgiyi tutturabilecek midir? Bunun için politikacının idealist, kişisel ahlakının sağlam olması ve kişinin kendi hırslarını kontrol altında tutabilmesi gerekmektedir.
Demokrasilerdeki duruma ilişkin de kısaca şu açıklamalar yapılabilir. Yukarıda belirttiğimiz sorunun ve ortaya çıkabilecek suiistimallerin, haksız çıkarlar sağlamanın, vurgunculuğun en aza indirilmesi ancak demokrasilerde mümkün olabilmektedir. Bu açıdan demokrasiler dikta rejimlerine göre daha ahlaki sayılırlar. Uygarlığın, siyasi tarihin bize öğrettiği, gösterdiği önemli bir kazanımdır bu. Çok otoriter ve kapalı rejimlerde söz konusu ahlaksızlıklar, kanunsuzluklar, açıklık, eleştiri ve kontrol mümkün olmadığı için, daha çok olabilir. Tüm dikta rejimlerinde korkutma ve haksızlık, zulüm vardır. Bu tür siyasal ortamlarda, baskı ve korkutmadan dolayı normal insanlar, vatandaşlar da ikiyüzlülüğe, yalan söylemeye zorlanır, buna âdeta mecbur bırakılırlar. Rousseau “Emile”de baskının, korkunun, şiddetin egemen olduğu siyasal, sosyal ve pedagojik ortamlarda insanların nasıl mürai, yalancı, samimiyetsiz, sahtekâr olduğunu çok güzel anlatır. Onun için diktatörlüklerde bu anlamda tüm toplum yönetimin uyguladığı yöntemlerden dolayı âdeta ahlaksızlığa alıştırılır. Demokrasilerdeki halk egemenliği, yönetime katılım, yöneticilerin seçimle değişebilirliği, yönetimde izafi de olsa sağlanan şeffaflık, eleştiri, düşünce, basın-yayın özgürlüğü gibi ilkeler, uygulamalar dikta rejimlerindeki olumsuzlukları sıfırlamasa da büyük ölçüde ortadan kaldırabilir. Sonuç olarak politika ve politikacılardan olabildiğince bireysel ahlaka da uygun davranışlar beklemek ancak demokratik sistem içinde mümkün olabilmektedir. Bu bakımdan sürekli demokrasinin güçlendirilmesi, geliştirilmesi gerekmektedir; bugün görünen odur ki, somut, başka bir çaremiz de yoktur. Dolayısıyla bir kez daha vurgulanmalı ki, siyasi sistemlerin içinde ahlaka en uygun olan sistem gene demokrasidir.
Kaynaklar
Durkheim, Emile, Meslek Ahlakı, Çeviren, Mehmet Karasan, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1962.
Machiavelli, Niccolo, Hükümdar, Çeviren, Yusuf Adil Egeli, Yıldız Matbaası, Ankara, 1955.
Meriç, Cemil, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993.
Mosca, Gaetano, Siyasi Doktrinler Tarihi, Çeviren, Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayınları, İstanbul, 1963.