Küreselleşme Nedir?
İnsanlık Yakınçağ’da 180 yıl ara ile temelinde bilim ve teknoloji olan iki büyük devrim yaşamıştır: 1770’li yıllarda gerçekleşen Sanayi Devrimi ve 1950’li yıllarda da İletişim-Bilişim Devrimi. Her iki devrim dünyada teknolojik, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel bir dizi kapsamlı, köklü değişmeye yol açmıştır. Bunlar “demokratikleşme”, “kentleşme” gibi önemli sosyolojik süreçlerdir. İşte yeni oluşmaya başlayan “Bilgi Toplumu” ile “Küreselleşme (globalleşme)” İletişim-Bilişim Devrimi’nin önemli iki ürünüdür. Özellikle küreselleşme kısa zaman içinde tüm dünyayı kapsayan yeni bir evrensel değişme olgusudur. Biz bu makalede sadece küreselleşme üzerinde duracağız. Bu kavram 20. yüzyılın son çeyreğinde iyice popülerleşmiş ve yeryüzünde temel bir sosyolojik süreç olarak gündemdeki yerine almıştır. Küreselleşme olgusunun bir bakıma ideolojik, siyasi ve kültürel özellikler de taşıyor olmasından dolayı (soğuk savaşın tam sona ermediği bir dönemde) bu kavramın hemen lehinde ve aleyhinde bulunanlar oluşmuş ve kavram yoğun bir tartışma ortamı yaratmıştır. Ama küreselleşmeyi zamanla daha objektif ve rasyonel bir bakışla ele alanların sayısı da artmıştır. Bu evrensel olgunun bilimsel, teknolojik, ekonomik, siyasal ve kültürel boyutları vardır. Dolayısıyla küreselleşme çok yönlü, karmaşık ve kapsamlı bir kavramdır. Bu kavram 1960’lı yıllarda kullanılmaya başlamış, 1980’li yıllarda ise iyice popülerlik kazanmıştır.
Küreselleşme öncelikle dünyanın küçüldüğünü (izafi olarak), tüm bireylerin, toplumların birbirleriyle ilişkili, bağlantılı hâle geldiğini, herkesin her şeyden haberdar olduğunu, bireyler ve ülkeler arasındaki uzaklıkların ortadan kalktığını, bu bağlamda dünyanın tam anlamıyla ve her yönden bütünleştiğini anlatmaktadır. Dolayısıyla “Küreselleşme politik, sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkilerin giderek küresel bir ölçekte gerçekleşmesiyle oluşan ve bireylerin yerel deneyimleri ve günlük yaşamları açısından derin sonuçları olan bir süreçtir” (Bilton, 2009: 44). Sanayi Devrimi’nin açtığı yolda hızla ilerleyen kapitalizm 19. yüzyılda zaten ekonomik bir küreselleşme yaratmıştı. Sanayileşmenin ulaştırma boyutu kara ve deniz yollarında eski dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde yenilikler yaratmış (örneğin demiryollarının yapılması, otomotiv sektörü), ayrıca bu sektörlere havayollarını eklemişti. Böylece farklı ve uzak ülkeler, insanlar arasında mesafe kısalmış, dünyadaki mal, hizmet akışı ve seyahat etme çok hızlanmış, kolaylaşmış bulunuyordu. 20. yüzyıla gelindiği zaman artık önemli yatırımlar, sermaye hareketleri, iş bölümü, emek piyasası hep küresel ölçekte ele alınmaya ve uluslararası gelişmiş bir ekonomi iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Dolayısıyla ekonomik gelişmeler doğal olarak bu yapıya uygun ideolojik ve siyasal örgütlenmeleri de beraberinde getiriyordu. İletişim Devrimi bu ekonomik ve siyasal süreçleri daha da hızlandırdı, yoğunlaştırdı, aynı şekilde sosyal ve kültürel alanlarla ilgili küreselleşmeyi de sağlamış oldu. Çünkü bilgisayar ve internet aracılığıyla dünyada kurulan iletişim, etkileşim ağı herkesi birbirine bağladı, bilgi, düşünce, duygu akışı çok hızlandı ve kolaylaştı. İletişim Devrimi diğer yandan insanlar ve kültürler arasındaki farklılıkları, özellikleri iyice belirginleştirdi ve her toplum, grup kendi kültürel renklerini, kimliğini olanca zenginlik içinde dünyaya sunmaya ve böylece kendi farklılığını haykırmaya, özgürce sergilemeye başladı. Kürselleşme olgusu ise bu sürece paralel olarak bu “özel”in yanına “genel”i koydu evrenselliği ve bu farklı renklerle birlikte bütünleşmeyi gündeme getirdi. Böylece her şey artık yerellikten çıkmış, evrensel hâle gelmiş oldu. Bunun hiçbir istisnası da yoktur. Hiçbir olayın, örgütün, kurumun, değişmenin yerel olma şansı, imkânı kalmamıştır. Her imkân ve yenilikten, üretilen mal ve hizmetlerden herkesin, kendi gücü oranında faydalanma şansı doğmuştur. Tüm bilgiler, düşünceler herkesin gözü önündedir, gizlilik ve sır diye bir şey de kalmamıştır.
Küreselleşmenin Temel Özellikleri
Küreselleşme kavramını daha anlaşılır kılmak için onun nedenleri de dâhil olmak üzere dikkat çeken özelliklerini, boyutlarını yukarıdaki açıklamalardan da hareket ederek maddeler hâlinde sıralamak, özetlemek istiyoruz.
1. Küreselleşme 20. yüzyılın ikinci yarısında başlayan bir sosyal değişme sürecidir.
2. Bu olguda hem ulusal hem de evrensel değişme süreçleri kesişmekte ve küreselleşme bunların harmanlanmasından oluşmaktadır.
3. Sanayileşme ve İletişim Devrimi’nin bir ürünüdür. Dolayısıyla sonuç niteliğinde bir olgudur; ancak kendi de başka yeni oluşumlara yol açmıştır.
4. Küreselleşmenin nedenleri öncelikle teknolojik, ekonomik ve ideolojiktir. Bu bakımdan da tek yönlü değil çok boyutlu bir olgudur. Teknolojik, ekonomik ve siyasal boyutlarının yanında kültürel-ideolojik boyutları da söz konusudur.
5. Çok kapsamlıdır, yeryüzündeki tüm toplumları kapsamaktadır, artık bu sürecin dışında kalmak mümkün değildir.
6. Küreselleşme bir bakıma bütün ülkelere ekonomik, sosyal ve kültürel yönlerden yeni imkânlar sunmakta; ama aynı zamanda yeni sorunlar da yaratmaktadır.
7. Küreselleşme her sorunun artık, yerel, ulusal düzeyden çok küresel düzeyde ele alınmasını zorunlu kılmaktadır.
8. Öte yandan küreselleşme kapitalizmi-piyasa ekonomisini evrensel bir ekonomik sistem olarak yaygınlaştırmış ve bu sistemin dünyada yerleşmesini sağlamıştır.
9. Bu gelişmelerin sonunda ülkeler arasında yeni ve güçlü bir ekonomik bağımlılık sistemi kurulmuş olmaktadır. Bu bağımlılık evrensel bir iş bölümü de yaratmıştır ki Giddens’a göre bu iş bölümü küreselleşmenin dördüncü boyutunu oluşturmaktadır (Giddens,1994: 72).
10. Bu olgunun teknolojik ve ekonomik boyutu ideolojik ve siyasi boyutundan önce gelmektedir. Yani özü itibariyle ideolojik ve siyasi bir proje olmaktan çok, maddi koşulların ürettiği bir sosyal gerçekliktir.
Küreselleşme Yaklaşımları
Küreselleşme kavramının gündeme gelmesinden bu yana, başlangıçta da değinildiği gibi, olaydaki ideolojik (uygulanan ekonomik ve siyasi sistem açısından) ve ekonomik unsurlardan dolayı insanlarda siyasi, ideolojik ve kültürel tutumlar söz konusu olmuş, böylece bu kavrama yaklaşımlar kendiliğinden farklılaşmıştır. Bu yaklaşımları Held, McGrew, Goldblatt ve Perraton’dan hareket ederek üçlü bir sınıflamaya tabi tutabiliriz: Aşırı küreselleşmeciler (hiperküreselleşmeciler-radikaller), kuşkucular ve dönüşümcüler (Bilton, 2003: 50, Bozkurt, 2004: 344).
1. Aşırı küreselleşmeciler: Bunlar küreselleşmeyi tümüyle onaylayan, destekleyen, onu önlenemez bir olgu olarak tanımlayan kimselerdir. Onlara göre bu süreci herkes doğal karşılamalı, onun getirilerinden yararlanmalı, kazançlı çıkmanın yollarını aramalıdır. Bu sürecin dışında kalanlar, ona direnenler kaybedeceklerdir. Küreselleşme sürecini hiçbir güç durduramaz ve bu süreç insanlığın ortak kaderidir. Böylece her açıdan ortak bir küresel kültür de yaratılmaktadır.
2. Kuşkucular: Bu grubu oluşturan yazarlar rekabetçi bir piyasa ekonomisinin, kapitalizmin dünya çapında ortak fiyatlarla ortaya çıkan sağlıklı bir ticaret ve yatırım piyasasının oluşmadığını savunarak, eşitsiz ve parçalanmış bir dünya ekonomik sisteminin meydana geldiğini belirtmektedirler. Küreselleşme söylenenin aksine dünyada tehlikeli ekonomik ve kültürel bölünmelere yol açmakta, büyük ticari bloklar oluşmaktadır. Onlara göre küresel ölçekte politik ve kültürel benzerlik yaratan olumlu bir sonuç meydana gelmemekte, güçlü bir birleşme gerçekleşmemektedir.
3. Dönüşümcüler: Bu görüşü paylaşan yazarlara göre ise, artık her türlü küresel bağlar daha fazla yayılmakta ve bilgi ile kültürü olduğu kadar sosyal, ekonomik ve politik kurumları da dönüşüme uğratan bu bağlar, etkileri bakımından daha önceki politik ve askeri imparatorluklardan çok daha hızlı, yoğun ve yaygın bir nitelik göstermektedir. Dünyada devam eden büyük bir değişim var ve bunun önemi de küçümsenmemelidir. Küreselleşme olgusu benzerlikler, bütünleşmeler kadar bölünme ve farklılıklar da üretmektedir. Örneğin ayrılıkçı hareketler serpilip gelişmekte, parçalanma ve çatışmalar ortaya çıkmaktadır. Oluşturulan ve yaşanan bağlar ve etkileşimler tüm dünya insanlarını birbirine bağlıyor; ancak her anlamda bütünleşmiş bir dünya toplumu, kültürü de ortaya çıkmamaktadır. Meydana gelen sosyoekonomik ve sosyokültürel sistem son derece eşitsizdir. Yeni tabakalaşma biçimleri oluşmakta, ulus devlet sisteminden kopuşlar yaşanmaktadır.
Küreselleşmenin Sonuçları ve Yarattığı Sorunlar
Yukarıda özetle belirttiğimiz yaklaşımlardan da anlaşıldığı üzere küreselleşme hem olumlu hem de olumsuz sonuçlar yaratmakta ve buna bağlı olarak da yeni evrensel sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Bunlar öncelikle ekonomik, politik, sosyokültürel ve ekolojik sorunlardır. Ancak ekonomik nitelikli olanlar öncelik taşımaktadır.
1. Ekonomik Sonuçlar-Sorunlar
Küreselleşme neo-liberalizmi tam anlamıyla evrenselleştirmiştir. Bu olgunun ekonomik boyutunda en çok finans piyasaları, yabancı sermaye, dış ticaret ve emek piyasaları öne çıkmakta, oluşan yeni ekonomik ortamda sermayenin küresel dolaşımı, transferi daha kolay ve hızlı gerçekleşmektedir. Küreselleşme mal, sermaye ve hizmet alanlarında dünyanın tek bir pazar haline dönüşmesini sağlamakta, zengin fakir tüm ülkelere müthiş ekonomik fırsatlar sunmaktadır. Dünya ticaretindeki serbestleşmeler, değişimde yasal, idari kolaylıklar, yeni ulaşım ve iletişim imkânları küresel üretim ve refahı artırmıştır. Bilgi, teknik ve üretim unsurlarındaki bu akışkanlık, paylaşma herkesin, her ekonominin lehine olmuş, bu küresel imkânlardan yararlanma becerisini gösteren ülkeler ekonomik gelişmelerini hızlandırmış, sonuçta kalkınmış ve modern ülke hâline gelmişlerdir. Bu bağlamda teknolojik ve bahsedilen ekonomik kolaylıklar turizmi başlı başına çok kârlı bir sektör hâline getirmiştir. Evrensel uygarlığın bütün ürünleri, insanlara refah ve mutluluk sağlayan her unsur toplumların hizmetine sunulmuştur. Tüm bunlar dünya barışının sağlanmasında uzlaşma kültürünün yerleşmesinde önemli birer adım olmuştur. Bunlar madalyonun olumlu yüzüdür.
Madalyonun olumsuz yüzünde ise bir dizi çatışma, sorunlar ve riskler de gündeme gelmiştir. Öncelikle belirtmek gerekir ki bu ekonomik çark daha çok gelişmiş, zengin ülkelerin lehine işlemiş, diğer geri kalmış veya gelişmekte olan ülkeler kendi özel sorunları, ekonomik ve siyasal yetersizlikleri gibi nedenlerden ötürü belirtilen evrensel fırsatlardan tam olarak yararlanamamaktadırlar. Bu durumun ilk ortaya çıkardığı sorun küresel bir dengesizlik, adaletsizlik olgusudur. Gelişmiş ülkelerle gelişmemişler arasındaki gelir dengesi azalmamış, artmıştır. Fakir ülkelerin küreselleşmenin imkânlarından, nimetlerinden teorik olarak yararlanma şansları vardır. Ancak uluslararasında bu sonucu doğuracak ekonomik, siyasal ve örgütsel mekanizmalar oluşturulamamış veya bunun için gereken çabalar gösterilmemiştir. Sonuçta küreselleşmenin yarattığı pastadan gene kalkınmış, zengin ülkeler azami ölçüde yararlanmışlardır. Bu da gerek küresel refah ve bütünleşme, gerekse küresel barış ve güvenlik açısından önemli bir sorun yaratmakta ve büyük bir haksızlık, dolayısıyla zengin ülkelere karşı bir sosyal öfke oluşturmaktadır. Bu gelişmeler sonunda ortaya çıkan ekonomik bağımlılık, dengeli, güven sağlayan, küresel barışı destekleyen sosyal ve siyasal bütünleşmeye dönüşememiştir.
Ekonomideki küreselleşme, kolları tüm ülkeleri kucaklayan ve dünya ölçüsünde örgütlenen “devletler üstü” olan ve geri kalmış birkaç devleti satın alabilen dev şirketlerin meydana gelmesine yol açmış, böylece, yeni tür tekeller oluşmuş aynı zamanda azgın, doyumsuz, açgözlü bir kapitalist süreç işlemeye başlamıştır. Bu durum zaman zaman evrensel düzeyde mali krizler yaratmakta, uluslararası sermayenin egemenliğini artırmaktadır. Buna dayalı spekülatif kazançlar, gelir dağılımı açısından büyük çaplı ve gittikçe derinleşen adaletsizlikler, dengesizlikler oluşmaktadır. Sayıları çok fazla olan bu şirketler dünyadaki ekonomik gelişmelerin yanında dünya politikasına birçok noktada müdahale etmekte, darbeler ve istedikleri yönde rejim değişlikleri gerçekleştirmektedirler. Çoğu yazar, kural tanımayan ve kendi çıkarları için dünyaya düzen vermeye çalışan bu küresel kapitalizmin küreselleşmeden, iletişim teknolojilerinden azami yarar sağlayarak, yeryüzündeki insan varlığını ve maddi-fiziksel unsurları da (doğal kaynaklar-çevre) hoyratça, geleceği hiç düşünmeden kullandığını, yani suiistimal ettiğini, işsizliği, hatta yoksulluğu artırdığını vurgulamaktadırlar. Böylece sanayileşen ülkelerin gelişmekte olan ülkelerle ticareti arttıkça, bu ülkelerdeki kalifiye işgücü tasfiye olmakta, gelir dağılımı bozulmakta, gelişmekte olan ülkelerdeki verimlilik, büyüme artmakta, fakat öte yandan emeğin pastadan aldığı pay da düşmektedir. İktisatçılara göre büyük kısmı gelişmiş ve bazı gelişmekte olan (petrol zengini Arap ülkeleri gibi) ülkelerde biriken aşağı yukarı üç dört yüz trilyon dolarlık yüzer-gezer bir sermaye nerede, hangi ortamda azami kâr görürse oraya akmaktadır. Hedge fonları da denilen bu büyük seyyar fonlar dünya ekonomisinde bazen yatırım, kalkınma konularında çok önemli ve pozitif rol oynamakta, gittiği ülkelere şans getirmektedir. Fakat bazen de bu mali güç çok ürkek ve nazlı olduğu için ilgili ülkelerdeki siyasal ve ekonomik istikrarsızlıklara bağlı olarak hemen o ülkeyi terk ederek büyük sıkıntılara, ekonomik krizlere sebep olmaktadır. Çünkü bu kaynağı kontrol eden, ona hükmeden şirketler, güçler azami kâr elde etme ilkesinden başka hiçbir ahlaki ve sosyal ilke tanımadıkları için hem o ülkeler hem de genel dünya ekonomisi bakımından büyük tehlike yaratmaktadırlar. Dünya üzerinde dolaşıp duran şişirilmiş büyük bir balona benzetilen bu para bombasının nerede ne zaman patlayacağı da önceden pek bilinememektedir.
2. Politik Sorunlar
Amerikan ve Fransız devrimlerinden sonra ulus devlet egemen bir politik örgütlenme biçimi olarak varlığını sürdürmüş ve halen de sürdürmektedir. Ulusal egemenlik, bütünlük ve ulusal devlet, kimlik ve yurttaşlık gibi kavramlar modernleşme ve kapitalizmle birlikte, onlara paralel olarak gelişmiş ve siyasal literatüre de yerleşmiştir. Bu bağlamda bazı politik bilimciler “kozmopolitan” veya “global yurttaşlık”, “çoğul yurttaşlık”, “global demokrasi” gibi kavramlar üretmişlerdir (Sarıbay, 2000: 105). Dolayısıyla küreselleşen dünyada ulus devlet modeli tartışılmakta ve bazı sosyal bilimcilere göre küreselleşme süreci bu politik modelin aşılacağını gündeme getirmektedir. Gene bu çerçevede sivil toplum örgütlerinin etkinliğinin arttığı ve katılımcı, çoğulcu bir demokrasinin geliştiği, güç kazandığı gözlenmektedir. Ayrıca uluslararası ve uluslarüstü siyasal örgütlenmelerin ulusal devletler üzerinde önemli etkileri olmaktadır. Hem ekonomik hem de siyasal bakımdan örneğin Avrupa’da, Asya ve Amerika’da bölgesel bloklar oluşmakta, bunlar da dünya politikasında çok etkin olmaktadırlar.
Siyasal, etnik terörizm de küreselleşmekte, köktenci hareketler genellikle siyasal bir içerik taşımak suretiyle yaygınlaşmakta ve önemli sorunlara yol açmaktadır. Bu tür sosyal ve siyasal hak taleplerini dile getirenler çoğu yerde terörizmi bir yöntem olarak benimseyip uygulamaktadırlar. Küreselleşme ile birlikte terör örgütleri de İletişim Devrimi’nin imkânlarını kendi ideolojik ve siyasal amaçlarını gerçekleştirmek için kullanmakta ve terörizm böylece de evrensel bir soruna dönüşmektedir. Bu olgu tüm dünyada bir güvensizlik, siyasal istikrarsızlık yaratmakta ve dünya barışını tehdit eder hâle gelmektedir
3. Sosyal ve Kültürel Sorunlar
Küreselleşme sürecinde, çelişik gibi görünse de, yerellikle küresellik bir arada ve etkileşim içinde bulunmaya başlamıştır. Yani küreselleşme içinde yerellik, yerelleşme içinde küreselleşme gözlenmektedir. Bu olgunun küresel-evrensel, tikel-yerel olmak üzere iki yüzünün olduğu söylenebilir. Robertson da ekonomide, politikada, sosyal ve kültürel alanlarda yerel olmadan küreselin, küresel olmadan da yerelin olamayacağını vurgulamaktadır (Robertson, aktaran Sarıbay, 2000: 189). Dolayısıyla küreselleşme ile bölgeselleşme birbirini tamamlayan süreçler hâline dönüşmüştür.
Küreselleşme, toplumların tüm boyutlarında (düşünsel, siyasal, kültürel vs.) sosyal farklılıkları, heterojenliği, çoğulculuğu artırmakta, meşrulaştırmaktadır. Her şey hem bütünleşmekte hem de çeşitlenmekte, parçalanmaktadır. Çünkü küreselleşmenin düşünsel zemininde postmodernizm vardır. Bu bakımdan küreselleşme fikri ve sosyal belirsizlikleri, kaygıları, çelişkileri, psikososyal ve kültürel kopuşları, çözülmeleri artırmaktadır. Bu durum güvensizliği, ulusal ve kültürel kimliklerin parçalanmasını da beraberinde getirmektedir. Kültürel ve sosyal kimliklerle ilgili standartlaşma, melezleşme kısa dönemde beklenen küresel bütünleşmeleri sağlamamıştır. Belki de bunların yararlı sonuçları çok uzun bir süre sonra ortaya çıkabilecektir. Bu olgular kimlik çatışmalarına da yol açmaktadır. Söz konusu olumsuzluklar tekrar cemaatleşmeleri, yeni ve marjinal uygulama ve sapkınlıkları, köktenci siyasal ve kültürel oluşumları hızlandırarak bunları bir farklılık hâlinde yaşayan grupların doğmasına yol açmıştır. Bundan dolayı dünyada küreselleşme ile birlikte ona paralel bir cemaatleşme süreci de yaşanmaktadır. Çünkü küreselleşme toplumlarda aidiyet duygusu ve kültürel, ulusal kimlikler bakımından önemli bunalımlar yaratmakta, bireyler toplumda yalnızlaşmakta, yabancılaşmaktadır.
Genellikle 1970’lerden itibaren kullanılan “çok kültürlülük” kavramı bir süre küreselleşmenin olumlu bir sonucu ve dünya barışına da önemli katkı yapan bir olgu olarak görülmüştür. Çok kültürlülük bir anlamda kültürel görecelik de demektir. Bu olgu, değişik kültürlerin bir ülkede, sosyal örgüt ve birimlerde, kurumlarda (örneğin okullarda) yan yana bir arada yaşamasını ifade eder. Burada farklı etnik, dinsel, grupların, farklı dil kullanan bireylerin barış içinde bir arada bulunmaları söz konusu olmaktadır. Bu kültürel süreç kültürel toleransın, empati becerisinin gelişmesine belli ölçüde katkı yapmıştır. Böyle bir kültürel ortamda kültürel asimilasyon değil, farklılıkların bir parçalanma nedeni olmadan, bir zenginlik, çeşitlilik, yaratıcılık, özgürlük ve tolerans göstergesi olarak kabul edilmesi önem taşımaktadır. Bu uygulamalar sosyolojik açıdan evrensel bir sosyalleşmenin gerçekleşebileceği düşüncesine dayanmaktadır. Ancak dünyanın birçok ülkesinde bu konudaki uygulamalar çok kültürlülük kavramına ilişkin olmak üzere güven verici de olmamıştır. Yani çok kültürlülük umulan faydaları sağlamamış, bu kavrama karşı kuşkuları da artırmıştır. Küreselleşme bir açıdan “dünya vatandaşlığını” çağrıştırıp öne çıkarmakta, ama öte yandan hiç kimse kendi kültürel kimliğini, kökenini de unutmak istememektedir. Bu süreçte insanlar hem kendi kültürel, sosyal renklerini koruyup ona sahip çıkmakta hem de küreselleşmenin teknik olanaklarıyla, hızlı sosyal etkileşimle harmanlandıkça, bir bakıma bu süreçten etkilenerek diğer insanlara benzemekte, aynı zamanda bu farklılıkları, özgünlükleri gördükçe kendi kökenlerinin peşine düşmektedirler.
Küreselleşme dünyanın demografik yapısını da çok değiştirmiştir. Ülkeler arasında çok kapsamlı ve hızlı bir dış göçe, nüfus konusunda dünya ölçüsünde özellikle doğudan batıya, güneyden kuzeye doğru yoğun bir akışa yol açmıştır. Göç olayları küreselleşmenin hem nedeni hem de sonucudur (Durugönül, 2002: 754). Gerçekten küreselleşme bu nüfus hareketlerini artırıp hızlandırarak hem kültürel yayılmayı, kültürleşmeyi, kültürlenmeyi artırmış hem de ekonomik gelişmeleri etkilemiştir. Göç olayları sebepleri ve sonuçları itibariyle çok yönlü ve çok faktörlü sosyal olaylardır. Göç insanların, grupların kültür ve uygarlıkların harmanlandığı, bunların birbirlerini etkilediği ve yeni bilgiler, düşünce ve sentezler oluşturan çok önemli bir sosyal olgu olarak kabul edilir. Küreselleşme, dünyada zaten var olan beyin göçünü de geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin aleyhine olmak üzere artırmıştır. Böylece varlıklı ülkeler çok masraf etmeden yetenekli ve yetişmiş elemanlara, uzmanlara sahip olabilmektedirler.
Küreselleşme, küresel bir medya da meydana getirmiş, İletişim-Bilişim Devrimi’nin en çok hissedildiği alanlardan biri bizzat iletişim sektörü olmuştur. Dünyayı “küçük bir köy” hâline getiren medya, küresel bir kültür ve uygarlığın oluşmasında en büyük etkendir. Çünkü medya sonuç olarak ortak bilgiler, düşünce ve değerler dolayısıyla ortak davranış ve tutumlar geliştirmektedir. Bu iletişim araçları sayesinde artık gizli saklı bir şey kalmamış, tüm siyasal yasaklar, gizlilik neredeyse ortadan kalkmış, her şey herkesin önüne dökülmüştür. Bu durum uluslararası şeffaflığı artırmış, demokratikleşmeye de büyük bir katkı yapmıştır. Ayrıca insanların ve toplumların geçmişleri ile yüzleşmelerini sağlamıştır. Bu nedenlerle Huntington’a göre dünya çapında sosyal değişme ve ekonomik modernleşme, kültürleşme süreçleri insanları eski mahalli kimliklerden koparmakta, milli devletleri de zayıflatmaktadır. Dolayısıyla dünyanın çoğu yerinde bu boşluğu doldurmak için din ve sık sık “fundamentalist” diye yaftalanan hareketler devreye girmektedir (Huntington,1995: 17). Huntington medeniyetler arasında var olan doğal farklılıkların (din, aile, devlet, otorite, eşitlik, hak ve sorumluluk alanlarında) modernleşme ve küreselleşme ile daha da belirgin hâle geldiğini belirtmektedir. Dolayısıyla ona göre günümüzde 7-8 medeniyet (Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika medeniyeti) arasında çatışmalar söz konusu olmaktadır. Huntington medeniyetler arasında “fay kırıkları”nın bulunduğunu, bunun da önemli bir çatışma nedeni olduğunu vurgulamaktadır (Huntington, 1995: 16). Ayrıca açık olarak görülmektedir ki küreselleşme keskin sınıfsal ilişkileri, çatışmaları, yani sınıfsal değerleri, yapıları bütünüyle değiştirmiştir. Bu tür keskin sınıfsal çatışmalar asgariye inmiştir.
4. Ekolojik Sorunlar
Küreselleşme âdeta dünya çapında bir üretim ve tüketim seferberliği yarattığı için yeryüzündeki tüm kaynakların harekete geçirilmesini, onların azami derecede kullanılması zorunluluğunu getirmiştir. Zaten Sanayi Devrimi’nden sonra üretim sürecinde insanla doğa arasına “makine”nin girmesi ile birlikte doğal kaynakların kullanımı, tüketimi hızlanmıştı. Bu makineleşmenin sonunda 19. ve 20. yüzyıllarda ortaya çıkan üretim ve tüketim toplumu aşaması insan-doğa dengesini bozmaya başlamıştır. İletişim ve Bilişim Devrimi ile de bu dengenin bozulması iyice artmıştır. Dolayısıyla üretim ve tüketimin küresel bir boyut kazanması küresel düzeyde bir çevre sorunu yaratmış oldu. Sonuçta toprağın, havanın ve suyun (denizlerin) kirlenmesi tüm dünyayı, toplumları ilgilendiren evrensel bir sorun hâline geldi. Aşırı üretim ve tüketim artışı, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının aşırı kullanılması sonucu âdeta yeryüzünün kimyası, fiziksel yapısı, biyolojisi bozulmakta, telafisi imkânsız durumlar ortaya çıkmaktadır. Sanayileşmeden ve doğanın bilinçsizce, hoyratça, gelecek düşünülmeden kullanılması, tahrip edilmesi büyük doğal afetler (yangınlar, erozyon, seller, nükleer sızıntılar gibi) dünyada geri dönülmez ekolojik sorunlar yaratmaktadır. Bunların çözümü de küresel düzeyde olmak zorundadır.
Bu ekolojik sorunlara, tehditlere karşı küresel tepkiler, örgütlenmeler de hızla oluşmakta, sivil toplum hareketleri biçiminde evrensel düzeyde “yeşilci” kurumlaşmalar yaygınlaşıp, siyasal platformlarda partileşmekte ve iktidara ortak olabilecek güçler hâline gelmektedirler. Böylece dünyada ilk kez ekolojik sorunlar dünya gündeminin neredeyse birinci veya ikinci sırasına yükselmiş durumdadır. Bu sorunların tüm ideolojik, ulusal, siyasal ve kültürel tercihlerin, kaygıların üzerinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Bütün uluslar, devletler bu küresel sorunların çözümünde işbirliği yapabilir, anlaşabilir Küresel bir çevre bilincinin uyanması tüm insanlığı kurtaracak önemli bir önlem olabilir (Yaka, 2011: 437-454). Aşırı bir küresel üretim ve tüketim küresel bir çevre felaketi ile birlikte, kaçınılmaz olarak küresel bir çevre bilincinin yaratılmasını da sağlanmış olmaktadır.
Sonuç
Küreselleşmenin, yukarıdaki açıklamalarda da bir ölçüde vurgulandığı gibi, uygarlık tarihi de göz önüne alındığında, sosyolojik bir süreç, bir vakıa olduğunu söylemek gerekir. Gerçek şu ki, beğensek de, beğenmesek de, istesek de istemesek de artık tüm ülkelerin kaderleri birbirine bağlanmış durumdadır. Bundan böyle insanlar, toplumlar birlikte ağlamaya, birlikte gülmeye âdeta mahkûm edilmişlerdir. Bu sonuç öncelikle modern bilimin, teknolojinin yarattığı ekonomik ve sosyal hayata yansıttığı bir olgudur. Yani dünyayı küçülten, bir küçük köye çeviren faktörlerle, örneğin elektronik sanayinin ürünleri olan internet ve cep telefonları ile Himalaya Dağları’nın eteğindeki çobanla Kanada’daki çiftçi, balıkçı birbirine bağlanmıştır. Bu insanları birbirine bağlayan ve benzeten ortak eylemler, davranış biçimleri eskiye oranla çok artmıştır. Bunların ceplerindeki paranın alım gücü neredeyse birlikte artıp, birlikte eksilmektedir. Tüm benzeri ve ortak eylemler, etkilenmeler onlarda zamanla ortak tepkilerin, tutumların oluşmasına yol açmaktadır. Bu durum söz konusu olgunun fiziksel teknik ve rasyonel boyutudur. Tabii bu olgunun ekonomik, kültürel ve siyasal boyutları da söz konusudur. Bu açılardan baktığımızda küreselleşme çok ciddi sorunlar da üretmiş durumdadır. Bunlara genel olarak değinmiş durumdayız. Sonuç bölümünde vurgulanmasında fayda olan husus şudur: Dünyadaki küreselleşme çarkından, mekanizmasından ne yazık ki elbette başta ABD olmak üzere güçlü ülkeler öncelikle yararlanmakta, bu işin kaymağını onlar yemektedirler. Bu güçlü ülkelerin yanında örneğin Somali’nin bu süreçten kazandığı pay belki de yok denecek kadar azdır. Bu mekanizma yarattığı nimetleri ekonomik, siyasal, kültürel ve askeri yönlerden güçlü olan ülkelerin önüne yığmaktadır. Ortaya çıkan durum onları çoğu zaman şımartmakta ve bu ülkeler “dünyanın efendileri” gibi de davranmaktadırlar; onlar da bu egemen tutumu doğal karşılamakta dolayısıyla her evrensel olayda kendi borularını öttürmektedirler. Bu durumun eleştirilmesi, değiştirilmesi için çaba harcamak, tavır koymak çok doğaldır, gereklidir. Ancak şu da bir gerçektir; dünyada geçmişte “güc”ün”, “güçlü”nün hâkim olmadığı bir zaman dilimi ne zaman olmuştur? Böyle bir dönem yaşanmış mıdır? Bu bir anlamda evrendeki, doğadaki “güç”ün kanunudur. Bu kural hem fiziksel hem de toplumsal alanda geçerlidir. Güç her zaman toplayıcıdır, etkileyicidir, cezbedicidir, egemen olandır, emredicidir, düzenleyicidir. Aynı zamanda güç sürekli büyümek, çoğalmak ister. Bu kural hem sermaye hem de siyasi güç için geçerlidir. Gerek sermaye gerekse siyasi güç hiçbir zaman “yeter artık” demez. Halk arasında söylenen şu sözü hatırlamak gerekir: Aza nereye diye sormuşlar, o da “Çoğun yanına” demiş. Brezinski dâhil önemli strateji uzmanlarına göre beş yüz yıl kadar Ortadoğu ve Avrasya’daki ülkeler dünyaya yön vermişlerdir. Zamanla bu bölgede çeşitli nedenlerle siyasi parçalanmalar yaşanmış ve gene değişik nedenlerle dünya liderliği bugün ABD’ye geçmiştir. Böylece ekonomik ve siyasi güç de yer değiştirmiş oldu. Yeryüzünde her zaman kendini güçlü gören ülkeler dünyaya, kendilerince bir çeki düzen vermek istemişler, uluslararası ilişkileri bu doğrultuda yönetmişlerdir. Bu nedenlerle kısaca söylemek gerekirse geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin yapacakları en rasyonel ve faydalı iş, biran evvel ellerini çabuk tutarak modernleşmelerini, sanayileşmelerini tamamlamak ve bu süreçten azami yarar sağlayacak konuma, güce erişmektir. Bunun yol ve yöntemini kısa sürede bulmaktan başka bir çözüm görünmemektedir. Dünya ekonomisinin, kapitalist sistemin Amerika dâhil güçlü ülkelere sağladığı her türlü avantajı sadece eleştirerek, o ülkelere bağırıp çağırarak, küfrederek bu sorunun çözümü mümkün görünmemektedir. Görünen o ki geri kalmışlık veya az gelişmişlik zincirini kıran ülke kendisini kurtarmakta, “gelişmişler” kervanına katılmaya hak kazanmaktadır.
Kaynaklar
Bilton, Tony vd., Sosyoloji, Çevirenler Kemal İnal vd., Siyasal Kitabevi, Ankara, 2009.
Bozkurt, Veysel, Sosyoloji, Alfa Yayınevi, Bursa, 2004.
Durugönül, Esma, Küreselleşme ve Toplumlar, Sosyoloji içinde, Ed. İhsan Sezal, Martı Yayınevi, Ankara, 2002.
Giddens, Anthony, Modernliğin Sonuçları, Çeviren, Ersin Kuşdil, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994.
Huntington, P. Samuel, Medeniyet Çatışması Mı? Medeniyetler Çatışması içinde, Derleyen, Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, Ankara 1995.
Sarıbay, Ali Yaşar, Global Bir Bakışla Politik Sosyoloji, Alfa basın Yayın Dağıtım, İstanbul, 2000.
Yaka, Aydın, Sosyal Değişme, Gündoğan Yayınları, İstanbul, 2011.