Kadınları En Yakınları Öldürüyor
Son birkaç yıldır âdeta bir salgın gibi, neredeyse hergün bir kadın erkekler tarafından öldürülmektedir. Bu cinayetlerde ölen kadınlarla öldüren erkekler arasında evlilik veya sevgili olma gibi ilişkilerin varlığı dikkat çekmektedir. Dolayısıyla cinayetlerde bu evliliklerin ve evlilik öncesi yaşanan flörtlerin devam ettirilmesi veya ayrılma, boşanma konularında taraflarda oluşan tercih ve karar farklılıkları birinci derecede rol oynamaktadır. Bazen iki tarafın aileleri de bu tartışmalara, kavgalara karıştıkları için durum daha dramatik bir hâl almaktadır. Sonuçta bu tür olaylarda kadınlar hep yakınları tarafından öldürülmektedirler. Kadın cinayetlerinin bu kadar yaygın olması, söz konusu olgunun toplumsal bir sorun hâline geldiğini gösterir.
Gerçekte her toplum aşamasında aile ve toplum içinde kadının statüsü, rolü ve saygınlığı farklı olmaktadır. Örneğin feodal toplumda, sanayi toplumunda ve bilgi toplumunda kadın-erkek ilişkilerinin niteliği farklıdır. Bu ilişkiler kendilerini, en yoğun biçimde evlilik tipleri ve aile yapılarında gösterir.
Türk Kadını Bireyleşiyor
Türk toplumunun bulunduğu aşamada, (toplumumuzda belirtilen her üç aşamanın da belirli bölgelerde var olduğu gözlenmektedir) bu cinayetlerden her birinin özel ve genel birçok nedeninin olduğu söylenebilir. Ancak bunların geneline bakıldığı takdirde, toplumumuzun geldiği aşamanın özellikleri açısından, temelde en önemli sosyolojik sebebin “Türk kadınının bireyleşmesi” olduğu görülür. Söz konusu olgunun arkasında da Türkiye’deki sanayileşme, kentleşme ve demokratikleşme süreçleriyle birlikte yaşanan İletişim-Bilişim Devrimi’nin etkileri vardır. Evet, bu toplumsal süreçlere bağlı olarak Türk kadını artık bireyleşmektedir. Bu gelişmeler, başka alanlarda olduğu gibi kadın-erkek ilişkilerini, cinsellik algılarını değiştirmekte ve dolayısıyla aile yapılarında köklü değişikliklere yol açmaktadır. Türkiye’nin bazı bölgelerindeki kadına ilişkin yargılarla geleneksel aile görenekleri belirtilen gelişmelerle çelişmekte ve çatışmaktadır. Ayrıca bu noktada vurgulanmalıdır ki, kadın ve aileye ilişkin geleneksel bakış açıları ile Türk erkeğindeki “kadın algısı” sözü edilen cinayetlerde çok önemli bir faktör durumundadır.
Genel olarak ve özellikle bazı bölgelerde ve alt kültürlerde Türk erkekleri henüz kadınlardaki bu bireyleşmeyi kabullenip hazmedememişlerdir. Bireyleşmenin en önemli psikososyal işareti “otonom” bir kişiliktir. Bu kişiliğin ilk göstergesi de alınan kararlarda bireysel iradenin, tercihlerin ön planda olmasıdır. Ek olarak tüm dünyadaki feminist düşünceler, akımlar da bu süreçte etkili olmakta ve bu tür bilgiler, bilinçlenmeler hızlı bir iletişim mekanizması içinde kısa zamanda herkese ulaşmakta ve kadınları hızla etkilemektedir. Böylece kadınların aile, eş ve erkek kavramlarına ilişkin bakış açıları, görüşleri hızla farklılaşmaktadır. Örneğin dünyadaki feminist hareketler kadınları (Türk kadını dâhil) eskiye göre cinsellik ve evlilik konularında daha eşitlikçi ve özgürlükçü yapmaktadır.
Türk toplumunda kadın ve aile kavramları bakımından tarihsel olarak bir anaerkil damar vardır. Buna göre kadın aile düzeni içinde çocukların haklarını korumak açısından oldukça etkindir ve örneğin “amca”dan çok kadın tarafı yani “dayı” önemlidir. Onun için hâlen devlet dairelerinde, bir kurumda iş takibi çerçevesinde, “Onun dayısı var” veya “Senin o kurumda bir dayın var mı?” türü ifadelere sıkça rastlanır. Fakat zaman içinde toplumumuzda yerel ve evrensel birçok nedenlerle ailede ataerkil ve babaerkil özellikler egemen olmuş ve erkeğin statüsü çok güçlenmiştir. Bu çerçevede sanayileşme, kentleşme ve demokratikleşme gibi süreçler aile içinde erkekten çok kadınları etkilemiş, onların rol ve statülerini (kadınların lehine) değiştirmiştir. Sosyal ve kültürel değişme ile birlikte özellikle kadınların ekonomik ve sosyal yaşama yoğun olarak katılmaları kadınları özgürleştirdi, güçlendirdi. Gerçekte kadının bireyleşmesi önemli bir modernleşme kriteri ve dinamiğidir de.
Sosyokültürel Bir Sorun
Kadın-erkek farklılığının, ilişkilerinin öncelikle fiziksel, cinsel bir boyutu vardır. İkinci olarak psikososyal ve sosyokültürel boyutu en az onun kadar önemlidir. Bahsettiğimiz cinayetler bu ikinci boyutla ilgilidir. Nedenler üzerinde yukarıda biraz durduk. Şimdi de kısaca bu sorunun çözülmesine değinelim. Önce şu sosyolojik gerçek vurgulanmalıdır: Kadınlara hukuk sisteminin, yasaların verdiği haklar, yüklediği nitelikler, işlevlerden çok kültürün yüklediği roller ve niteliklerle erkeklerin zihnindeki kadın algısı önemlidir. Örneğin hâlen Türk erkeklerinin çoğu karısını bir “mal” gibi görmekte ve o şekilde sahiplenmektedir. Bu mal kavramı “kendi malımsın” şeklinde türkülere girmiştir. Binlerce yıllık bir düşünce tarzı zihinlere bir demir döküm gibi yerleşmiştir. Zaman zaman güzelce bir kız veya kadın için bazı kimseler “Allah sahibine (!) bağışlasın” derler. Bu bakış açısı kadının bireyleşmesi ile çelişmektedir. Dolayısıyla belirtilen bu düşünce yapıları ve erkeklerdeki geleneksel algı değişmeden kadının yasal statüsünün değiştirilmesi fazla bir anlam ifade etmemekte, kadınlara yönelik şiddet önlenememektedir. Sorun yasal eşitliklerde değil, zihniyetteki tanımlar ve kabullerdedir. Onun için sorun sadece yasal tedbirler ve güvenlikçi (polisiye) bir yaklaşımla çözülemez. Bu tedbirler pratikte kaçınılmaz ve gereklidir, ama zihniyetteki değişmenin gerçekleşmesi için uzun zamana ihtiyaç vardır. Zihniyet değişmeleri ise kısa zamanda olmaz. Bireylerin dolayısıyla toplumun ekonomik ve sosyal yapısı değişmeden mevcut geleneksel yapının oluşturduğu zihniyet de değişmez. Zihniyet, içinde bulunulan fiziksel-maddi ve sosyoekonomik şartlarla doğrudan ilişkilidir. En rasyonel ve sosyolojik tedbir, Türkiye’deki sanayileşmenin, kentleşmenin ve demokratikleşmenin hızlandırılması ile birlikte, bu sosyal süreçlerin kapsamlı olarak iç içe yürütülmesi ve tüm ülke düzeyine yayılmasını sağlamaktır. Tabii eğitim ve medya yolu ile bilgilenme ve bilinçlenmenin de önemli olduğunu hesaba katmak gerekmektedir.