Kültürel Boşluk
Amerika’da bir beyaz adam Kızılderili kabilelerinden birine konuk olmuş. Bir gün kabile reisi atına binerek uzayıp giden ovaya doğru atı sürmüş. Beyaz adam dâhil kabilenin erkekleri de aynı şekilde onu izlemişler ve at koşturmuşlar. Başta reis olmak üzere, grup atlarını hızlı biçimde sürerek uzunca bir süre yol almışlar. Ovanın ortalarına gelince birdenbire reis atını durdurmuş, inip toprağa bağdaş kurarak oturmuş. Diğerleri de atlardan inerek yanına gelmişler. Beyaz adam reise yaklaşarak sormuş: “Ne oldu da aniden durup yere oturdunuz?” demiş. Reis, “ Çok hızlı gittik, ruhlarımız geride kaldı” diye cevap vermiş. Çağımızda yaşanan teknolojik ve ekonomik gelişmeler sonucu olarak meydana gelen psikososyal ve kültürel değişmeler, boşluklar, çelişki ve sorunlar kısa ve öz olarak, bu ifadeden başka bir cümle ile bu kadar güzel anlatılamaz, diye düşünüyorum.
Amerikalı sosyolog Ogburn başta olmak üzere birçok sosyal bilimcinin onlarca hatta yüzlerce sayfada açıklamaya çalıştığı bir sosyolojik kavramı, olguyu bir kabile reisi kısa bir cümlede özetleyivermiş. Takdir etmemek ve şaşmamak mümkün değil. Söz konusu olan kavram “kültürel boşluk” kavramıdır. Özetle söylemek gerekirse kültürel boşluk, Sanayi Devrimi’nden bu yana geçen süre içinde toplumlarda teknoloji dâhil maddi kültür unsurlarının hızlı ve daha kolay değişmesine karşılık, manevi kültürün (değerler, inançlar, gelenek ve görenekler gibi) aynı hızda ve kolayca değişmemesinden dolayı, kültürdeki bütünlüğün bozulmasını, ortaya çıkan kültürel uyumsuzluğu, maddi kültürle manevi kültür arasında oluşan boşluğu ifade eder.
Peki, reisin cümlesinden yola çıkarak, sorabiliriz; hızlı giden nedir? Hızlı giden, insanın bedensel boyutudur, daha doğrusu bedene bağlı olan ve dışa dönük uzuvların devamı sayılan fiziksel, teknolojik araç ve gereçlerdir, mekanizmalardır, üretim araçları ve sistemleridir. Modern bilim ve teknolojinin ürünü sayılan bu maddi unsurlar, insanın ruhsal-duygusal yapı ve eylemlerine bağlı olmadan, onlardan ayrı olarak, neredeyse sonsuz denecek ölçüde, miktarda geliştirilebiliyor, yenilenebiliyor, çoğaltılabiliyor. Sorunun püf noktası burada düğümlenmektedir.
Evet, modern bilim ve teknoloji Sanayi Devrimi ile birlikte çok önemli araçları ve yöntemleri insan ve toplum yaşamına, ana belirleyiciler olarak dâhil etmiştir. Dolayısıyla insanların ve toplumların yaşamlarını her anlamda ve her boyutuyla radikal biçimde değiştirmiştir. Bu yeni bilimsel ve teknolojik unsurlar, kurumlar yepyeni bir kültür ve uygarlık da yaratmıştır. Öncelikle maddi-ekonomik ilerlemeyi, başarıları ve somut refah düzeyini, konforu hedefleyen yeni uygarlık mekanizmaları, örgütlenmeleri, kurumları gerçekten insan ve toplum hayatını çok kolaylaştırdı, her tür üretim ve tüketimi artırdı, çeşitlendirdi. Dolayısıyla insanlar daha çok bedensel hazlar tattılar, maddi-fizyolojik ihtiyaçlarını kolay tatmin etme yollarına kavuştular. Bu, yeni çağdaş makine uygarlığının en büyük başarısıdır. Söz konusu başarı aynı zamanda insanoğlunun kendisine olan güvenini ve doğa üzerindeki hâkimiyetini de artırmış oldu. Bu çağ psikiyatrist Kemal Sayar’ın ifadesi ile “Haz ve hız çağıdır.”
Ama kullandığımız teknolojiyi hızla değiştirmemize karşılık, çeşitli duygu, inanç ve değerlerden oluşan manevi kültürümüzü aynı süre içinde ve kolayca değiştirip yenileyemedik. Daha doğrusu bu mümkün olmuyor. Bu durum doğrudan doğruya bireysel irade ve tercihlerle ilgili bir konu da değildir. Bu, bizim dışımızda cereyan eden sosyokültürel bir süreçtir. Tarihsel olarak geçmiş toplumlarda böylesine ciddi bir sosyolojik sorun yaşanmamıştır.
İnsan-Alet-Eşya İlişkisi
Burada insanla gene insanın ürettiği aletler arasındaki bedensel ve psikolojik ilişkileri de kısaca ele almak gerekmektedir. İnsanı, sosyal psikoloji bakımından, onunla bütünleşen eşyalarla birlikte düşünme ve açıklama gereği vardır. Özellikle Sanayi Devrimi öncesinde geleneksel toplumlarda insan âdeta bu aletlerle yapışık durumdadır. Birçok kişilik özelliklerimizin, becerilerimizin, alışkanlıklarımızın oluşmasında bu eşya ve aletlerin önemli rolleri olagelmiştir. Bunlar insanı tamamlamış, güçlendirmiş ve onun refahını, mutluluğunu artırmıştır.
Sanayi Devrimi’ne kadar, insanoğlunun (yani “Homo faber”in) ürettiği aletler örneğin elimizin, ayağımızın devamı gibi algılanan, onları daha dayanıklı ve işlevsel hâle getiren (çapa, bel, keser, testere, mala, bıçak gibi) teknik unsurlardı. Sosyal psikolog Nuri Bilgin’e göre geleneksel toplumlarda kullanılan eşya sistemleri ilgili topluluğun hayat tarzı ile yakından ilgiliydi ve bir ölçüde belirleyiciydi. Bu sosyokültürel ortamda insanla eşya arasında uyumlu bir beraberlik, bütünlük söz konusuydu. Hâlbuki bugünün makineleri, endüstriyel ve dijital sistemler, elektronik endüstrisinin imal ettiği yeni aygıtlar, robotlar artık tümden insandan bağımsız işleyebilen ve yerine göre insanın yerini doldurabilecek ve onun karşısına dikilebilecek nitelikte olan teknolojik ürünlerdir. Dolayısıyla bunlar insan açısından yeni bir “yabancılaşma” biçimi de yaratmaktadırlar.
Yukarıda ifade ettiğimiz klasik aletler-eşyalar insanın ihtiyaçları ve kendisi ile örtüşerek, insana, aletlerin de dâhil olduğu yeni bir kimlik kazandırıyor ve yeni ilişkiler ağı oluşturuyor. Bu durumda eşyalara ilişkin birçok davranış modeli ve değer sistemi üretilmektedir. Burada insan eşyaları kendinden bir parça, insanın duyu ve hareket organlarını tamamlayan unsurlar olarak algılamaktadır. Modern endüstri toplumlarında ise üretilen yeni eşyaların yapısal ve işlevsel özellikleri birbirinden ayrılmakta, artık eşyalar bir kişinin elinde değil fabrikalarda, seri olarak üretilmekte ve bir üreticinin imzasını taşımamaktadır. Yani üretime bağlı bir insani kimlik, orijinallik kazanma ortadan kalkmaktadır. Bu durumda söz konusu aletlerin üretimi açısından, insanla eşya arasında soğuk, yüzeysel ve sadece işleve, tekniğe dönük bir ilişki biçimi oluşmaktadır.
Geleneksel sosyal ve ekonomik yaşamda eşyalar uzun süre kullanıldığı için insanla eşya arasında zaman ve mekâna bağlı bir bütünlük oluşmakta ve eşyalar kolayca elden çıkarılmamaktadır. Şimdiki tüketim ekonomisi ise bireylere, kullanılan her eşyanın kısa süre sonra atılmasını, yenilerinin alınmasını telkin etmekte, hatta emretmektedir. Böylece hem bir israf yaratılarak doğanın kaynakları hızla tüketilmekte, çöp hâline getirilmekte hem de sonuç olarak doğa tahrip edilmektedir. Modern teknoloji ürünleri, bireysel kimlik ve yaratıcılıklardan, becerilerden kopuk olarak anonim bir üretim sürecinin sonucu olarak topluma sunulmaktadır. Böylece insanın dışında, ondan ayrı ve bağımsız bir eşya-alet sistemi oluşmaktadır ki, teknolojinin yarattığı yabancılaşmanın temelinde bu olgu yatmaktadır.
İfade etmeye çalıştığımız uygarlık yukarıda değinildiği gibi aynı zamanda bir “hız uygarlığı”dır. Yani tüm üretim alanlarında ve günlük hayatın tüm boyutlarında, aşamalarında tempo artmıştır. Normal bireysel hayatın (özel ve mesleki alanlar dâhil) akışıyla birlikte, sosyal hayat ve evrim de eskiye oranla çok hızlanmıştır. Herkes hızla ilerleyen, yürüyen bir merdiven gibi bu yeni sosyal ve teknolojik akış hızına ister istemez uymak zorunda kalmaktadır. Sendeleyenler, yıkılanlar geride kalarak ayıklanmakta, toplumsal yaşamda devre dışı kalmaktadırlar. Bireyler âdeta bir zaman makinesi içinde ve kendi iradeleri, inisiyatifleri dışında dönüp durmaktadırlar.
Bu durum insan psikolojisini-ruhunu doğal özellikleri, becerileri ve sınırları bakımından çok zorlamaktadır. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi yeni bir duruma, sisteme, olaya, alet ve mekanizmaya bedensel uyuma göre ruhsal uyum daha geç ve zor olmaktadır. Bedensel kökenli beceriler daha kolay öğrenilmekte ve uygulanabilmektedir. Ama örneğin bireysel ve sosyal alışkanlıklar, tutum ve tavırlar, teorik düşünce ve inançlar o kadar hızlı değişmemekte ve yeni durumlara intibak edememektedir. Ortaya çıkan bu yeni maddi ve sosyal olgu insan kişiliğindeki bütünselliği, ahenk ve tutarlılığı da bozmaktadır.
Yeni teknoloji eski geleneksel teknolojiye, üretim usüllerine göre meydana gelen gelenek ve görenekleri, ahlaki değer ve normları, aile yapılarını ve ilişkilerini çözmüş, hatta birçoğunu ortadan kaldırmıştır. Kırsal ve geleneksel sosyal ilişki biçimleri, bağları (örneğin büyük aile yapılarının oluşturduğu dayanışma ve paylaşma şekilleri ve bunlarla ilgili olarak, Kıray’ın deyimiyle “tampon kurumlar”) yok olduğundan bireyler bu yeni sosyal yapıya uygun tavır ve davranış modelleri oluşturmakta zorlanmaktadırlar.
Kültürel Boşluk Aynı Zamanda Ruhsal Boşluk Demektir
Evet, Kızılderili reisi ruhlarımız geride kaldı derken, maddi-fiziksel gelişmişliğe nazaran bu ruhsal geri kalmışlığı, boşluğu ifade etmektedir. Teknoloji bizi, nicelik ve nitelik açılarından maddi rahatlık, kolaylık sağlayan sayılamayacak kadar çok fiziksel donanımlarla güçlendirmiştir. Modern bilim ve teknoloji ve onun ardından gelen ileri düzeydeki endüstri ellerimizi, bagajlarımızı bu yeni aletlerle doldurmuştur. Ama aynı teknoloji ruhlarımızı doldurmakta hiç de başarılı olamamıştır. Teknoloji maddi-biyolojik doyum sağlamakta, ama psikolojik doyum sağlamamaktadır. Maddi, bedensel hazzın sonu olmadığından insan, sürekli ve sadece bu tür bir haz arayan varlığa dönüşmüştür. Bu tüketim çılgınlığı ve giderek hızlanan kaotik sosyal yaşam, toplumsal ve psikolojik açılardan ahenkli, dengeli ve huzurlu bir yaşamı ortadan kaldırmaktadır. Bu durum da, çağımız insanında çok yaygın olarak gözlenen bir kaygı ve depresyon dalgasına yol açmaktadır. Kentlerin nüfusu arttıkça, yoğunlaştıkça insanlar inadına iyice bireyleşerek atomize olmuşlar, yalnızlaşmışlardır. Üstelik iletişim çağında insanların gözleri diğer insanlara değil, ekranlara kilitlenmiştir. Ruhlarımızı doyuran, besleyen, sosyal bağlarımızı artıran sohbetler, bayramlaşmalar yok olmuş kablolu veya kablosuz dolayısıyla ruhsuz işletişim mekanizmaları etrafımızı sarmıştır.
Bu sorunun diğer psikososyal ve siyasal sonuçları da gözlenmektedir. Modern bilim ve teknolojiyi Batı uygarlığı yarattığı için (tabi önceki uygarlıkların birikimlerinden yararlanmak suretiyle), bu uygarlığın sosyal ve kültürel değerleri dünyada egemen kılınmak istenmektedir. Ne yazık ki Batı uygarlığı aşırı bireyci, çatışmacı, rekabetçi bir değerler sistemi inşa etmiş ve tüm dünyaya bunu empoze etmektedir. Bu sistemin temelinde “adalet” kavramı yer almamaktadır. Eflatun’un “Devlet”inde ve Doğu toplumlarında en vazgeçilmez bir değer olarak ifade edilen “adalet” kavramı Batılı filozoflar tarafından gereği gibi ele alınmamış ve işlenmemiştir. Ayrıca gene bu sosyoekonomik sistem merhamet, paylaşma, yardımlaşma ve diğer alturist (özgeci-diğerkâm) duyguları da dışarıda bırakmaktadır. Dolayısıyla Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” sözü Batı uygarlığındaki bu insan anlayışını iyi özetlemiştir. Batı’daki bu zihniyet yani insan-toplum ve siyasi düzen anlayışı evrensel barış ve huzuru önlemekte, dünyanın sürekli bir gerilim, çatışma, soğuk veya sıcak savaş ortamında bulunmasına yol açmaktadır. Unutulmamalıdır ki 20. yüzyılda 25 yıl ara ile çıkan iki dünya savaşını Batı (Avrupa) çıkarmıştır. Her iki savaşta da temel neden Avrupalı’nın bitmek, tükenmek bilmez sömürme iştahı ve diğer ülkelerin, hatta dünyanın kaynaklarını paylaşma hırsıdır.
Bu insan ve toplum anlayışı en net biçimde, dünyada son dönemde yaşanan göçmen sorununda görülmüştür. Uluslararasında çok dengesiz ve adaletsiz olan gelir dağılımının, dolayısıyla evrensel sömürünün altında ezilen geri kalmış ülkelerin çaresiz insanları kurtuluşu, ülkelerini terk ederek Avrupa ülkelerine yönelmekte bulmuşlardır. Fakat Batılı toplumlar ve yöneticiler, göç dalgaları hâlinde ülkelerine gelen bu insanları gözden çıkarılabilecek “safralar” olarak algılıyorlar. Avrupalı’nın 2018 yılında her gün altı göçmenin Akdeniz’de boğulması karşısındaki duyarsızlığı ve bazen sınırlarında bu göçmenleri tekmelemesi bu düşünce ve algıya dayanmaktadır.
Ne yazık ki uzun süre içinde, tüm insanlığa ait olan dünya kaynaklarını tek başına ve hoyratça kullanma alışkanlığı kazanmış olan gelişmiş ülkelerin patronları elde edilen evrensel geliri fakir ülke insanları ile paylaşmaya yanaşmamaktadırlar. Bu sorun ve çelişki dünyanın önünde duran en büyük problemdir.