Milli Eğitim Bakanlığı eylül ayı ortalarında, TEOG sınavlarının kaldırıldığını kamuoyuna açıkladığı günün akşamı, en popüler olan haber kanallarından üçünün saat dokuzdan sonra haftanın beş gününde düzenledikleri haber-tartışma programlarını değiştirerek, aralıklarla izledim. Programlarda o akşam sadece TEOG sınavlarının kaldırılmış olmasının doğruluğu, yanlışlığı, gerekçesi ve benzeri sorunlar tartışılıyordu. Her kanalda üç dört konuk tartışmacı vardı. Tartışmacıları, uzmanları başka programlardan da artık tanıyorduk. Bu konudaki teamüle göre tartışma programlarında genellikle gündeme getirilen konunun uzmanları veya bu soruna özel ilgisi olan kimseler ilgili kanalca konuk olarak davet ediliyor ve onlar sorunu değişik boyutları ile karşılıklı tezler, görüşler çerçevesinde ele alıp irdeliyorlar. Bu kez böyle yapılmamış. Her üç kanaldaki tartışmalara katılanlar teknik ve meslek olarak farklı alanlardan-mesleklerden kişilerden seçilmiş. Örneğin bunların arasında hukukçular, iktisatçılar, uluslararası ilişkiler uzmanları gibi kimseler vardı, ama meslekten eğitimciler yoktu.
TEOG sınavları eğitim sistemi ve uygulamaları bağlamında çok sınırlı ve teknik bir konu olması bakımından doğrudan doğruya “eğitimde ölçme ve değerlendirme” kavramı kapsamında ele alınması gerekir. Yani bu konu eğitim içinde çok genel olan ve herkesin az çok bilgi sahibi olduğu bir sorun değildir. Dolayısıyla başka konuları-sorunları nasıl işin uzmanları tartışıyorsa, bunu da bizzat meslek olarak pedagogların-eğitim bilimcilerin tartışması uygun olurdu. Yani, nasıl deprem kuşağında bulunan Türkiye’deki fay hatlarını ekranlarda antropologlar, KBB uzmanları, maliyeciler, iletişim uzmanları tartışmıyor da, jeologlar, jeofizikçiler tartışıyorsa, eğitimdeki sınav sistemlerini de doğrudan doğruya bu alanın uzmanları tartışmalıydı. Eğitim Bilimi içinde yüksek lisans, doktora, doçentlik ve profesörlük çalışmalarının yapıldığı, tezlerin hazırlandığı “Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme” diye bir uzmanlık alanı mevcuttur. Eğitimde öğrenciye bilginin kazandırılması ne kadar önemliyse, eğitimin “seçme işlevi” açısından kazandırılan bilgi ve becerilerin ölçülmesi de o kadar önemli bir konudur. Üstelik bu eğitim etkinliği çok teknik ve pedagojik özellikleri olan özel bir alandır. Çok boyutlu bir Eğitim Bilimi dalıdır. Hele meslekten olmayanların bu alana müdahale etmesi telâfisi imkânsız karmaşık sorunlar yaratır, konu kendi doğal ve teknik mecrasının dışına taşınabilir.
Biz bu makale çerçevesinde, meseleyi çok dağıtmadan yani olayları ve meseleleri birbirine karıştırmadan sırayla ve tek tek ele almaya çalışmak istiyoruz.
1. Önce en genel olandan işe başlayalım. Herkes liyakat liyakat, uzmanlık deyip duruyor. İyi de, uzmanlık, teknik ve sosyal iş bölümü kavramları sanayi toplumlarıyla birlikte gündeme gelen ve toplumda yerleşen, yaygınlaşan kavramlardır. Yani bu yeni sosyoekonomik ve kültürel toplum aşamasında artık herkes her şeyi bilemez ve yapamaz; dolayısıyla da her şeye karışmaz, ahkâm kesmez. Zaten buna gerek de yoktur. Ama ne yazık ki hâlen Türkiye’de herkes her şeyi bilir ve her işi yapar. Bu bakımdan kimse kimsenin bilgisine, uzmanlığına de saygı duymaz ve haddini de bilmez. Bu durum, bizim henüz tam olarak sanayi toplumunun bu sosyoekonomik, mesleki ve kültürel olgunluk aşamasına ulaşamadığımızı gösterir. Onun için de sorunlarımızı bir türlü çözemeyiz. Her şeyi birbirine karıştırırız, kimse kimseyi dinlemez, sonun da konu Arapsaçına döner ve nihayet bir düğüm atar, uygun zamanda tekrar gündeme getirmek üzere, meseleyi bir süreliğine rafa kaldırırız.
2. TEOG sınavlarının bir “siyasi irade” boyutu vardır. Ancak bu konu siyasi olmaktan önce pedagojiktir. Tabii yukarıda belirtilen genel alışkanlığımızdan dolayı politikacılarımız da her şeyi bilir ve yaparlar. Bu bakımdan Türkiye’de tüm konular önce teknik boyutlarıyla değil, hemen politik bir sorun olarak ele alınır ve tartışılır. Böylece sorun kendi mesleki, teknik özelliklerinden, bağlamından koparıldığı için de çözüm bulmak ve ortak aklı üretip uzlaşma sağlamak imkânsız hâle gelir.
3. Gelelim şu TEOG tartışmasındaki yanlışlıklara, garipliklere. Konu doğrudan doğruya eğitimle ilgili olduğu hâlde, televizyon kanallarında benim izlediğim üç programdaki tartışmalarda, değişik mesleklerden olan kişiler bu konuyu tartıştılar; ama katılanların içinde bir tek meslekten eğitimci, eğitim bilimci yoktu. Şimdi bu yanlışlığı, tersliği neresinden başlayarak eleştirelim? Bu televizyon kanalları acaba, seksen dolayındaki Eğitim Fakültesinde bulunan onlarca Ölçme Değerlendirme uzmanından haberdar değiller mi? Zahmet edip uygun bulduklarından birkaçını arayıp programlara davet edemezler miydi? Tartışma programlarını düzenleyenler böyle bir seçim yapıp ilgili kişileri davet etmedilerse bu ayıp ve saygısızlık kendilerine aittir. Bunlar işlerini ciddiyetle yapmamışlar demektir.
4. Tartışma programlarını düzenleyenler davet ettiler de Eğitim Fakültelerindeki öğretim üyeleri katılmak istemedilerse bu takdirde işin sorumluluğu, vebali ilgili akademisyenlere aittir. Fakat burada bizim Eğitim Fakültelerindeki öğretim üyelerine söyleyecek sözlerimiz de var. Onlarca Eğitim Fakültesinde yüzlerce öğretim üyesi bulunmaktadır. Bu kurumlarda her yıl onlarca yüksek lisans ve doktora tezi hazırlanıyor, kitaplar yazılıyor. Bu tezler ve bilimsel araştırmalarla eğitim sorunlarımıza ışık tutacak, güncel eğitim problemlerimize ilişkin çözümler getirecek düşüncelerin, formüllerin üretilmesi beklenir. Buralardaki akademik çalışmalar, araştırmalar Türkiye’nin kronikleşmiş eğitim sorunlarının çözümünde işe yaramıyorsa, mevcut sorunları aydınlatmıyorsa bunca emeğe, masrafa ne gerek var? Bu tezler kütüphane raflarını doldurmak için mi hazırlanmaktadır? Üretilen bilgi ve düşünceleri icra makamlarındakiler dikkate almıyorlar mı, yoksa söz konusu bilgi ve bulgular içerik olarak işe yaramıyor mu? Bilim, insan ve toplum içindir. Bunca çalışmaya rağmen hiçbir sorun çözülemiyorsa ortada çok garip bir durum var demektir. Yani bu akademisyenlerin sözü mü dinlenmiyor, yayın kuruluşları nezdinde saygınlıkları mı yok veya bu akademisyenlerin dinlenecek sözü mü yoktur? Bu kimseler sahip oldukları eğitim bilgilerini, öğretim ilke ve yöntemlerini, geliştirdikleri eğitim teorilerini nerede, ne zaman uygulayacaklardır? Bilim insanı ilminden ve kendinden eminse medeni cesaret sahibidir, kendisini ortaya koyar ve her ortamda, şartlar ne olursa olsun, görüş ve düşüncelerini ifade eder. Uygarlık ve kültür tarihindeki gelişme bu tür düşünce ve bilim insanları sayesinde gerçekleşmektedir. Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin böylesine bir kadere sahip olmalarında, başka pek çok faktörün yanında, kendi gölgesinden korkan, günlük rahatım, huzurum bozulur diye düşünen ve öyle davranan, aynı zamanda tembellik yapan bilim insanlarının böyle bir tavır içinde olmaları da çok önemli bir unsurdur. Bu noktada Condorcet’nin sözünü tekrara etmeliyiz: “Filozofların aydınlatmadığı toplumları şarlatanlar aldatır.” Doğa da, kültür de boşluğu sevmez. Bırakılan her boşluğu da, ehil olsun olmasın, birileri doldurur.
Burada hemen söyleyelim ki bilgi, düşünce, yöntem ve kuram üretmek başkadır; yaldızlı sloganlar kullanarak, parıltılı, popüler ve siyasi değerlendirmelerde bulunmak başkadır. Kısa vadeli, popülist ve “durumu idare edici” siyasi değerlendirmeleri zaten politikacılar fazlasıyla yapmaktadırlar. Politikacılar dinlesin dinlemesin, bilim insanları en azından tarihe not düşmek için, kendi alanları ile ilgili olarak toplumsal, tarihsel ve kültürel gerçekleri, bunların çözümüne ilişkin formülleri ortaya koymak, kamuoyuna açıklamak zorundadırlar. Bilim insanlarının topluma karşı sorumlulukları politikacılardan az değildir.
Türkiye’de eğitim çok çeşitli nedenlerle iyice işin içinden çıkılmaz hâle gelmiş durumdadır. Uygulayıcılara, icra organlarına, politikacılara eğitim sorunlarıyla ilgili olarak kim yol gösterecektir? Dışarıdan uzman mı getirmemiz lazım? Sosyolojik olarak, zaten kültür ve eğitim konularında yabancı uzmanlar hiçbir zaman başka bir toplumun kültür ve eğitim sorunlarına çözüm bulamazlar. Onlar sadece ilgili toplumların sosyal ve düşünsel kimyalarını bozarlar. Son iki yüz yıl içinde insanlık tarihinde bunun sayısız örneği yaşanmıştır ve hâlen de yaşanmaktadır. Türkiye’de eğitimin bu kadar sorunlu hâle gelmesinde en büyük günah “eğitimciler”indir vesselam. İkinci olarak da, kim olursa olsun, “ben her şeyi bilirim” diyenlerindir.
5. Modernleşme tarihimizdeki en zayıf halka eğitim ve kültür halkasıdır. Bir toplumdaki topyekûn eğitim-öğretim hayatı, düşüncenin, kültürün yoğurulduğu, pişirildiği, yeniden üretildiği ve tüm bireylere, aynı zamanda gelecek kuşaklara aktarıldığı bir alandır. Eğitim süreci içinde kültür üretmek demek, düşünce, teori ve proje üretmek, tasarım yapmak demektir. Ama eğitim ve öğretimde bu olgunluğa erişmiş olmak gerekir. Sadece okul, üniversite açmakla bu iş olmuyor. Okulların içini bilgi ve düşünce ile doldurmak gerekiyor. Ne yazık ki cumhuriyet tarihimizde de bu konuda büyük bir eksiklik, verimsizlik, çözümsüzlük söz konusudur. Cumhuriyet rejimi kendi düşünürlerini yetiştirememiş, kendi değerlerini yaratamamıştır. Eğitim ve düşünce hayatındaki verimsizlik bilim ve ekonomideki verimsizliklerin en büyük nedenidir.
6. Eğitim görünürde bir pratiktir, Eğitim Bilimi-Pedagoji uygulamalı bir bilimdir. Ancak eğitimde amaçların, hedef ve ideallerin, işlenecek değerlerin belirlenmesi, yani “Nasıl bir insan-birey yetiştirilecek?” sorusu teorik bir sorudur ve bunun başlangıçta mutlaka sorulması, cevaplandırılması gerekir. Bu, tabii bir insan ve eğitim felsefesinin düşünce dünyamızda oluşmuş olmasını, bu konuda kafa yoran (sadece slogan ve siyasal ideolojiler üreten kafalar değil), felsefi bir bakış tarzı, bir tutum kazanmış olan beyinlerin yetişmiş olmasını gerektirir. Öğretmenlerin yaptıkları uygulamalar bu teorik çerçeveye göre şekillenecek, yöntem ve teknikler, araçlar bu kuramsal esaslara göre belirlenecek ve tüm eğitim etkinlikleri (ölçme değerlendirme dâhil) buna göre yürütülecektir. Fakat burada da bir büyük sorun ortaya çıkmaktadır. Biz toplum olarak eskiden beri felsefeyi sevmeyiz, önce uygular, sonra buna göre kuram oluştururuz. Eh işte o zaman da böyle, yani biz yaptık oldu oluyor.
Makro düzeyde eğitim sorunlarının çözümü bakımından bilgi, düşünce dolayısıyla kuram üretecek olanlar eğitim filozofları ve eğitim sosyologlarıdır. Ülkemizde nicelikler açısından bunca harcama, çaba, etkinlik nitelikçe işe yarar çözümler yaratamamıştır. Bu alanlarla ilgili düşünce ve tartışma hayatımız derinlikten, kaliteden, dolayısıyla yaratıcılıktan yoksun yüzeysel bir münazara havasında devam edip gitmektedir. İşin bu yanını ne düşünen ne de bunu dert edinen vardır. Kavga, didişme, birbirini yok etme davranışları çok, ama üretim ve sonuç yoktur. Bir ülkede toplumsal gerçeklere, ihtiyaçlara uygun düşen teorik düşünce ve yöntemler üretilmediği sürece yaşanan güncel sorunlar çözülemez, ihtiyaçlar giderilemez. Bunları da o ülkenin ilgili alanlarda düşünce, tasarı üreten insanları, aydınları oluşturacaktır. Ne böyle bir niyetimiz ne de böyle bir kaygımız var. Aslında sorunun farkında bile değiliz. Günü kurtaracak demagojik tartışmalar ve kavgalarla idare edip gidiyoruz.
Bir toplumun zihniyet ve değerler dünyası kurumuş, yozlaşmış ve özgünlüğünü, yaratıcılığını kaybetmişse birtakım teknik ve ekonomik sorunlara çözümler üretilebilir, ancak düşünsel ve kültürel sorunlar çözülemez, nitelikçe beklenen atılımlar, dönüşümler gerçekleştirilemez. Toplum ve kültür hayatı patinaj yapar durur. Tabii yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız gibi eğitim meseleleri de buna dâhildir.
7. Burada bir önemli sorun da Cumhuriyet tarihi içinde çıkarılan yasalara, tüzük ve yönetmeliklere ve atılan nutuklara rağmen “eğitim faaliyeti”, işi yani öğretmenlik özellikleri olan bir meslek olarak kabul edilmiş değildir. Bunu herkesin isterse yapabileceği düşünülür. Toplumda böyle yaygın bir kanaat vardır. Herkesin eğitim ve öğretim sorunlarıyla ilgili olarak kendisini yeterli bilgi ve donanıma sahip olduğunu düşünmesi büyük ölçüde buradan kaynaklanır. Doğrudur, herkes bir ucundan eğitimle ilişkilidir, örneğin velidir, ana babadır, öğretmendir, yetişkindir; ancak öğretmenlik günümüz toplumlarında, sosyoekonomik yapı içinde kendine has özellikleri olan ve kişilerden özel bilgi ve beceriler, tavırlar isteyen ayrı bir meslektir. Biz ne yazık ki eğitimi, bu ciddiyette ele almamaktayız. Tarihsel olarak sosyal bilimler içinde “Pedagoji” diye adlandırılan, diğerlerinden ayrılan özel bir bilim dalı ve alan oluşturulmuştur. Türk düşünce ve üniversite dünyasında böyle bir idrak henüz oluşmamıştır, yoktur. Bu durumda, yani herkesin kendisini yetkili, ehil kabul ettiği bir düşünce ortamında eğitim sorunlarının çözülmesi imkânsızdır. Bir işe, bilir bilmez bu kadar kafa ve el girerse, karışırsa sonuç kaos olur. Türkiye’de eğitim sorunlarının giderek çetrefilli hâle gelmesi, her kafadan bir sesin çıkması, sonuçta sistemin bir yapboz mekanizmasına dönüşmesi bu nedenlerledir. Hâlbuki sosyolojik açıdan, sosyal kurumlar içinde en ağır ve zor değişen-değiştirilen sosyal kurum (sosyal sistem) eğitim sistemidir. Burası da ayrı tartışma konusudur, ona şimdilik girmeyelim, geçelim.