Eşraf Nedir?
Sanayi toplumu öncesinde yani tarım toplumlarında, köy ve kasabalarda “eşraf” diye adlandırılan bir sosyal grup, tabaka söz konusu yerleşim birimlerinin sosyal, ekonomik ve hatta siyasal yaşamlarında çok etkili bir rol oynamıştır. Eşraf kimlerden oluşuyordu? Eşraf, köy ve küçük kasabalarda, beldelerde yani herkesin birbirini tanıdığı mekânlarda varlıklı kesimi, ileri gelenleri, etkili ve önemli kişileri ifade eder. Bunların, köyün yaşamında, yönetiminde özel bir ağırlıkları vardır. Köyde onların sözlerine, görüşlerine önem verilir.
Bu grubu oluşturan kişilerin bir kısmının topluluk üzerindeki etkileri onların maddi gücüne, zenginliğine dayanır. Örneğin köydeki topraksız veya fakir tabaka nakit para lazım olunca bu kişilerden borç alır, zor durumlarda bu kimselere muhtaç olur. Söz konusu varlıklı kesim ya büyük toprakları olanlardan, ya ticari sermaye sahiplerinden (bakkal, diğer dükkân ve iş yeri sahipleri gibi) ya da nasılsa nakit paraya sahip olanlardan ( ki bunlar çoğu zaman faizle para da verirler) meydana gelir. Tabii dünyada bankacılık sistemi, kredi kooperatifleri gibi uygulamalar köylere kadar yaygınlaştıkça, yerleştikçe eşrafın ekonomik etkinliği, işlevi zayıflamıştır. Ayrıca kırsal kesimdeki insanların eğitim düzeyi yani bilgi ve bilinç seviyeleri yükseldikçe, köyle-kent ilişkileri, haberleşme, ulaşım imkânları arttıkça eşrafın etki gücü azalmış ve giderek de azalmaktadır.
Diğer bir kesim de bilgisi, görgüsü ve tecrübesiyle (özellikle bazı yaşlılar) dikkati çeken, cahil kesimi yönlendiren, onlara yol gösteren, anlaşmazlıkların çözümünde arabuluculuk yapan, kız isteme, evlenme ve boşanmalarda etkili olan, danışılan dolayısıyla görüşlerine saygı duyulan kimselerden oluşur.
Bunların dışında birçok köy ve kasabalarda öğretmenler, imamlar da (bu kimselerin kişilik özellikleri ve mesleki saygınlıkları uygunsa, yeterliyse) toplum üzerinde etkili olabilirler ve eşrafa dâhil edilirler. Bunlar, âdeta köyün akil insanları sayılırlar.
Eşraf formel, örgütlü bir grup değildir. Köyün doğal sosyal yapısı, tabakalanması ve insan ilişkilerinin normal seyri içinde, sosyal ihtiyaçların yarattığı, kendiliğinden oluşan bir toplumsal etki grubudur. Bu gayri resmi topluluk, bazen olumlu bir fonksiyonu yerine getirir, bazen de diğer kişiler ve kesimler üzerinde bir kontrol ve baskı unsuru gibi davranabilir; bazı çıkar grupları bu mekanizma vasıtası ile kendi çıkarları yönünde kararlar alınmasını ve bu doğrultuda bir işleyişin gerçekleşmesini sağlayabilirler. Eşrafın öneri ve kararlarında hareket noktaları, referans alınan unsurlar geleneksel değerler, âdetler, yerleşik ahlaki anlayış ve düşüncelerdir. Özel bir yönlendirme, kasıt ve art niyet yoksa bu mekanizmadan genel olarak olumlu öneri ve düşünceler ortaya çıkabilir.
Dünyadaki Eşraf Düzeni
Şimdi, bu “eşraf” olgusunu yeryüzüne uyarlayalım, dünya ölçüsünde düşünüp tartışalım. Çünkü İletişim Devrimi ve onun türevi sayılan küreselleşme olgusu dünyayı “büyük bir köy” hâline dönüştürmüştür. Yani bu teknolojik ve ekonomik olgu ulaşım, haberleşme, etkileşim imkânlarını artırdığı ve çok kolaylaştırdığı için hem insanları, hem de toplumları, devletleri birbirine yaklaştırmış, herkesi birbirini tanır hâle getirmiş, ülkeler, uluslar çeşitli açılardan birbirlerine bağlanmışlardır. Dolayısıyla artık günümüzde bir “dünya eşrafı” da oluşmuş durumdadır. Evrensel düzeyde oluşan bu yeni eşraf, dünyanın ileri gelenleri, zenginleri, sözü nazı geçen önemli devletleridirler. Söz konusu olgu yeni bir sosyal, ekonomik ve siyasal gerçekliktir, durumdur. Aslında Sanayi Devrimi’nden itibaren bu oluşumun temelleri atılmıştır. Belirtilen devletler, artık bölgesel güç odakları değil, tüm dünya ulusları üzerinde etkili olan, ekonomik, siyasal dolayısıyla askeri yaptırım gücüne sahip ülkelerdir. Nerede önemli bir siyasal olay, değişme olsa bu devletler hemen oraya da müdahale ediyor, ahkâm kesiyor, gerekirse oralara asker yolluyor, hatta ilgili ülkeleri işgal bile ediyorlar. Dünyada artık her şey onlardan sorulur hâle gelmiş durumdadır.
Ancak yenidünya düzeninin egemen devletleri “dünyanın zalim ağaları” na dönüşmüşlerdir. Ve ne yazık ki bu ağalar eski geleneksel ağalardan çok daha insafsız ve acımasızdırlar. Eski ağalık düzeninde bazı geleneksel saygı, yardım, koruma gibi ahlak, din ve âdet temelli normlar vardı. Bu yapı ve ilişkileri anlatan örneğin “Ağalık vermekle olur” türünden atasözlerinden bahsedebiliriz. Dünyanın aldığı bu yeni yapı içinde ise bilinen türden hiçbir insani ve ahlaki kaygı, ölçü bulunmamaktadır. Üstelik bu dünya eşrafını oluşturan devletler, uluslararası her türlü ilişkiler açısından kendi çıkarlarını gözeten evrensel hukuk normları, kurulları, örgütleri oluşturdukları için (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gibi), sıradan ülkelere dünya ölçeğinde hiçbir söz hakkı da bırakmamışlardır. Yani dünyanın genel çarkı bunların lehine, çıkarına dönmektedir. Dolayısıyla adı geçen ülkeler yaptıkları tüm haksızlıklara, adaletsizliklere, işgal ve insan kıyımlarına kendi koydukları belirli hukuki (!) kılıflar da hazırladıkları için mazlumlara bu işleyişe boyun eğmekten başka bir seçenek kalmamıştır. Yani bu ortamda hakemlik yapacak, zulümleri önleyecek bir üst makam, merci de yoktur.
Gerçek kişiler ve insanlar arasında sosyolojik süreç içinde zamanla bazı sosyal, geleneksel, kültürel kaynaklı saygı farklılıkları, hatta statüler oluşmaktadır. Toplumlar belirli sınırlar içindeki bu ayrıcalıkları kabullenmekte, bunları olağan sosyal gerçeklik olarak tanımlamaktadırlar. Fakat tüzel kişilerde bu tarz bir ayrıcalık söz konusu olamaz. Örneğin devletlerin hepsi tüzel varlıklar, kurumlar olarak eşit düzeydedirler. Birinin diğerine bir üstünlüğü söz konusu değildir. Sadece nicelikler bakımından (işgal ettiği ülke büyüklüğü veya sahip olduğu nüfus açısından) ilgili devletlere “büyük devlet” denilebilir. Yani büyüklük niteliksel değil, nicelikseldir. Dolayısıyla ekonomik kriterler de dâhil olmak üzere herhangi bir devletin bu özellikleri açısından kendini, tüm diğer devletlerin üzerinde görmesi, onlar üzerinde bir baskı, egemenlik kurmaya kalkması kabul edilebilir bir durum değildir. Bu, söz konusu devletlerde yaşayan insanlara zulüm uygulamak, onların insan hak ve özgürlüklerini tanımamak anlamına gelir. Ne yazık ki dünya günümüzde böyle bir siyasi realite ile karşı karşıyadır.
Dünya tarihi açısından bu yeni bir uygulamadır ve daha önce örneği görülmemiştir. Eski çağlarda da, o zaman dilimi içinde bazı imparatorluklar, krallıklar gibi, diğerlerine göre daha gelişmiş, güçlü devletler vardı. Ama o devletler dünyanın ancak belirli kıtalarını, bölgelerini kontrol edebiliyorlardı. Şimdiki süper devletler ise, sahip oldukları teknolojik, ekonomik ve dolayısıyla askeri güç sayesinde âdeta bir ahtapotun kolları gibi uzak-yakın tüm dünya ülkelerini sarmakta, onları kendi menfaatleri, politikaları doğrultusunda baskı altına alabilmektedirler. Artık bu devletler çağdaş dünyanın “efendileri”, “soyluları” olmuşlardır. Ne yazık ki devletlerarasında böylesine bir konumlanma meydana gelmiştir. Günümüzde bu dünya eşrafının en etkili devleti de ABD’dir. Ve gene ne yazık ki kadim bir kültüre ve devlet geleneğine sahip olmayan bu ABD’yi modern bilim ve teknoloji ile kapitalist sistem üretmiştir. Bu bakımdan da ABD’nin kullandığı araç ve yöntemler dünya barışını her zaman tehlikeye atmış, birçok ülkeye büyük acılar yaşatmıştır. ABD sömürgeci olan eski ustalarını aratmayacak siyasi ve askeri operasyonlara imza atmaktadır. Yani rahatlıkla boynuz kulağı geçmiştir, diyebiliriz. ABD nereye el atıp işgal etmişse, (Vietnam, Afganistan, Irak gibi) züccaciye dükkânına giren bir fil misali o ülkeyi darmadağın etmiştir. Bu sebeple ABD yeni emperyalizmin baş aktörü konumundadır.
ABD Başkanı Trump 2018 yılının Davos toplantılarında kürsüden “Amerika, Amerika, Amerika!” diye kükrüyor; yani açıkça dünya bir yana Amerika’nın çıkarları bir yana diyor. Sayın Başkan, tamam da 190 dolayındaki diğer ülkelerin çıkarları ne olacak? Dünyanın tüm kaynakları, geliri Amerikalıların emrine mi verilmelidir? Bunca gelişme ve devrimlerden sonra insanlığın vardığı noktaya ve kendisini yeryüzünün egemeni kabul eden ülkenin başkanının düşüncesine ve bencilliğine bakın! Trump ayrıca azgelişmiş ve fakirlik içinde yaşayan toplumları “safralar” olarak adlandırmakta, bu ülke insanlarını gelişmiş ülkeler açısından âdeta lüzumsuz birer insan kalabalığı olduğunu vurgulayarak, bunların yok sayılması gerektiğini düşünmektedir. Bay Başkana göre dünya ülkeleri ikiye ayrılıyor; birinci grup ülkeler, Amerika ve ona yakın olan, onun çıkarları doğrultusunda davranan ülkeler ki bunlar dünya nimetlerinden azami fayda sağlayan devletlerdir. İkinci grup ülkeler ise, dünya eşrafının başına bela olan, sürekli mülteci ihraç ederek zenginleri rahatsız eden, onların huzurunu kaçıran ülkelerdir. Dolayısıyla yeryüzünün safrasını teşkil eden bu toplumlardan varlıklı toplumlara ulaşmak üzere yola çıkan insan kalabalıklarının Akdeniz ve Ege’nin beyaz köpüklü sularında boğulup kaybolmaları gayet doğaldır ve bu sıradan bir olay olarak kabul edilmelidir. Önceki başkanlardan G. W. Bush da Trump’a benzer laflar etmişti. O da, dünya toplumlarını Amerika’nın yanında olanlar (yani dost ülkeler), Amerika’nın karşısında bulunan (yani düşman ülkeler) diye ikiye ayırmış ve Amerika’nın çıkarlarına aykırı davranan her ülkeyi işgal etmeye hakları olduğunu da ifade etmişti. Burada işin daha vahim olan yanı uygarlık bakımından dünyanın en ileri adacıklarından biri olan Avrupa da olaya ABD gibi bakmaktadır. Onlar da ABD’nin yanında durarak, böylece insani değerler, adalet ve demokrasi kavramları açısından dünyanın kural tanımaz eşrafını oluşturmaktadırlar.
ABD’nin kabalığı, her türlü kuralı hiçe sayması, bencilliği, şımarıklığı onun yeni, köksüz, görgüsüz ve sonradan görme bir devlet olmasından kaynaklanmaktadır. Amerikalılar “üstünlüğü”, “büyüklüğü” sadece teknolojik unsurlara dayandırmakta ve bununla her şeyi yapabileceklerini sanmaktadırlar. Bu durum dünya barışı için büyük bir talihsizliktir. 2005 yılında, ABD’nin dışişleri bakanı olan C. Rice Ortadoğu’da 23 devletin sınırlarının değişeceğini herkesin gözünün içine baka baka büyük bir pişkinlikle söyleyebilmiştir. Şu söze bakın! Bunlar başkalarını yok sayarak tüm dünyayı kendi mülkleri kabul ediyorlar ya; sanki babalarının tarlalarını bölüşüyorlar! Gene son günlerde eski CİA direktörlerinden birisi de, birçok ülkedeki seçimlere müdahale ettiklerini itiraf etmiştir. Bu ve benzeri açıklamalardan sonra şu tespiti rahatlıkla yapabiliriz: Dünyada çağdaş uygarlığı, değerleri temsil ettiklerini her fırsatta ifade eden egemen-emperyal devletler en büyük sahtekârlığı, riyakârlığı demokrasi, özgürlük, insan hakları ve hukuk devleti kavramaları adına yapmaktadırlar.
Batı’nın İki Yüzü
Kendilerini dünyanın mağrur ve zengin eşrafı sayan Avrupa ve ABD (yani Batı) her konuda çifte standart uygulamaktadır. Bunların, kendi yarattıkları ve inşa ettikleri dünya için “insan hakları”, “hukukun üstünlüğü”, “demokrasi”, “özgürlük”, “eşitlik” gibi kavramlar çok önemlidir, geçerlidir. Ama geri kalmış ve Batı’nın çok çeşitli yöntem ve tekniklerle sömürdüğü, sömürmek için işgal ettiği ülkelerin insanları için ise bu temel kavramların önemi yoktur. Yani bu çağdaş değerler Batılı bireyler ve uluslar için vazgeçilmez beşeri unsurlardır da, Akdeniz’de balıklara yem olan mülteciler için bu değerler hiç önemli değildir. İşin başka bir acı ve komik yanı, Batı işgal edeceği, egemen olup yöneteceği ülkelere de gene bu gerekçelerle el koymaktadır. Önce oraları tarumar etmekte, sonra da onları borçlandırarak kendi şirketleri vasıtası ile ilgili ülkeleri yeniden imar etmeye soyunmaktadır. Bu şekilde, gerçekleşen sömürü katmerlenmektedir. Dolayısıyla Batı’nın içe ve dışa dönük olmak üzere dikkati çeken iki yüzü vardır. Batı kendi içinde, çağdaş değerlere sahip çıkar, fakat dışa dönük olarak bunları hiç umursamaz. Mesela teröristler bir Amerikalı veya Avrupalı’yı öldürürlerse bu eylem terördür, önlenmelidir, ciddiye alınmalıdır. Öldürülen insan azgelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerden ise, bunun önemi yoktur, bu eylem basit bir cinayet sayılmalıdır, terör olarak kabul edilmemelidir.
Batı, 15. ve 16. yüzyıllardan sonra yaratılan ve literatürde “Batı uygarlığı” olarak tanımlanan çağdaş uygarlığı esas almakta; ancak bu uygarlığın binlerce yıllık insanlık ve uygarlık tarihindeki bilgi ve düşünce birikimlerinin, tecrübelerin bir ürünü olduğunu, yani Batı uygarlığının yeryüzünde geçmiş dönemlerdeki uygarlıklardan yararlanılarak oluşturulduğunu, bu oluşan sonuçta her kökenden, dinden ve kültürden gelen insanların payı bulunduğunu, çağdaş uygarlığın bir insanlık sentezini ifade ettiğini görmezden gelmektedir. Batı, bu yanlış ve sakat bakış açısı dolayısıyla zaman içinde diğer toplumların, kültürlerin yarattığı uygarlıkları ve onları yaratan insanları küçümsemekte, hor görmektedir.
Çağdaş Sömürgeciliğin Kullandığı Yeni Teknik ve Yöntemler
Her alandaki bilim ve teknolojinin çağımızda ulaştığı seviyeye paralel olarak bu yeni patronlar yeni sömürgecilik yöntem ve teknikleri kullanmaktadırlar. Amerikan pragmatizmi ve nobranlığı burada da karşımıza çıkmaktadır. Artık ABD ve ortakları gözüne kestirdikleri ülkeleri işgal etmek, bölüp parçalamak istedikleri zaman kendi insanlarını yani askerlerini değil (bunların canları çok kıymetlidir ve yaşamayı, mutlu olmayı onlar hak ediyorlar ya!) gene o fakir ülke insanlarından derledikleri, besleyip büyüttükleri terör örgütlerini, maşaları yani taşeronları kullanıyorlar. Böylece amaçlarına, vekâlet savaşları ile ulaşmayı yeni bir yöntem olarak seçmişlerdir. Ayrıca bu dünya eşrafı, savaşı sınırlarının dışında, kendi ülkelerinden çok uzaklarda karşıladıkları için de çok ustaca davranmakta, gerçekleşen çatışma ve operasyonların insani ve fiziksel-maddi maliyetlerini çok düşük düzeylerde tutabilmektedirler. Sonuçta gelişmemiş ülkelerin zavallı insanları, etnik, dinsel ve benzeri nedenlere bağlı olarak birbirlerini kırmakta esas düşmanları ile değil onların araç olarak kullandığı güçlerle çarpışmaktadırlar.
Bu sebeplerle aslında mevcut dünya düzeninde ve siyasal mücadelelerde evrensel kültür ve uygarlık ürünü olan hiçbir norm, kriter dikkate alınmamakta, uluslararası politika en acımasız, ahlaksız biçimiyle uygulanmaktadır. Bu tür uygulamaları dizginleyecek hiçbir evrensel ölçü, kurum da bulunmamaktadır. Çünkü savaşan veya savaştırılan unsurlar, devletlerin dışında oluşturulan terörist gruplardan meydana gelmektedir. Yani bunlar, iyi kötü oluşturulan dünyadaki siyasi ve hukuki sistemin dışında olan, uzlaşılmış normlara uyma sorumlulukları bulunmayan siyasi unsurlardır. Bu nedenle artık “Dünya Köyü”nde tam bir siyasi kaos düzeni hüküm sürmekte ve Hobbes’tan hareketle söylersek bu siyasi ortamda tek bir ilkenin geçerli olduğunu söylemek mümkündür: “Devletler devletlerin kurdudur.”