6 Ocak 2021 günü, ayrıntılara girmeden söyleyelim, Amerika’da artık cin şişeden, başka bir deyimle diş macunu tüpten çıkmıştır. Hem de dış müdahale ile değil, iç müdahale ile ve cini kendi elleri ile çıkarmışlardır. Amerikalılar bu işlemi sürekli başka toplumlarda, ülkelerde yapıyorlardı. Eh, kendi düşen ağlamazmış, bakalım cini tekrar şişeye sokabilecekler mi? Bundan sonra olanları hep birlikte göreceğiz. Şimdi bu kısa girizgâhtan sonra bu olaya ilişkin önce ve özet hâlinde sosyolojik bir analiz yapalım.
Hiçbir toplum tam anlamıyla homojenleşmiş, durgun-sakin, dalgasız denize benzeyen bir yapı değildir. Genel olarak ve normal zamanlarda toplumlar dışarıdan bakıldığında nispeten işleyen bir arı kovanına benzerler. Tabii böylece belirli değer, norm ve kurumsal yapılara göre işleyen bir toplumsal yapı, düzen-sistem gözlemek mümkündür. Toplumun varlığı ve yaşaması için bu zorunludur ve zaten zımnen de olsa genel toplumsal sözleşme, çıkarlar dolayısıyla amaçlar bunu gerekli kılmaktadır.
Fakat gerçekte toplum, amaç ve çıkarları, niyetleri bazen örtüşen ama çoğu zaman da ayrışan, çatışan bir yığın farklı sosyal gruplardan, sınıflardan, tabakalardan, mesleklerden, unsurlardan meydana gelir. Belirli nedenlere dayalı kırılganlıklar her toplumda ve her zaman söz konusudur. Bu sosyolojik olgu ve sürece “sosyal farklılaşma” denir. Bu durum kaçınılmazdır, hatta faydalı ve gereklidir de. Her toplum bu anlamda farklı yapı ve unsurların oluşturduğu ahenkli bir sosyal bütünlüğü ifade eder ki buna da literatürde “sosyal bütünleşme” denir. Sonuç olarak toplumda alttan alta işleyen ve değişik nedenlere dayalı sonsuz denecek kadar çok rekabetler, çelişki ve çatışmalar, gruplaşmalar söz konusudur. Başka bir ifadeyle söylersek yeryüzünde olduğu gibi, toplumlarda da bu yapı içinde birçok “sosyal fay hatları” bulunmaktadır. Bu fay hatlarında- tabakalarında sosyal işleyiş ve etkileşimin sonucu olarak zamanla büyük bir toplumsal enerji birikimi de söz konusudur. Belirli dönemlerde bu enerjinin açığa çıkması ve sosyal bütünleşmeyi etkilemesi “sosyal deprem” olarak adlandırılabilir. Şu anda Amerika’da yaşanan budur.
Belirttiğimiz bu sosyal farklılaşma (fay hatlarının oluşması) ve sosyal bütünleşme süreçleri her toplumun kendi sosyal ve tarihsel evrim çizgisine, yaşadığı tecrübelere göre şekillenmektedir. Söz konusu oluşumda ekonomik (sınıfsal) sosyal, etnik, dinsel, siyasal ve kültürel sebepler rol oynar. Bu çerçevede toplumlar da aynı bireyler gibi hem birbirlerine benzer, hem de kendilerinden başka hiçbir yapıya-topluma benzemezler. Bu nedenle her sosyal yapı “nevi şahsına münhasırdır”, bireyler gibi tekildir.
Amerika’da bugüne kadar, gerek bilimsel ve teknolojik gelişmeler, yenilikler gerekse bunlara dayalı olarak yaratılan ekonomik ilerlemeler dolayısıyla yaşanan ekonomik refah bu fay hatlarının hareketlenmesini önlüyor-örtüyor ve bastırıyordu. Başkan Trump niyeti, amacı ne olursa olsun, yeni başkanlık seçimi vesilesiyle nispeten sakin duran bu fay hatlarını kurcalamıştır, harekete geçirmiştir, yani cini şişeden çıkarmıştır. Şimdi artık Amerika oraya buraya saldıran bu cini zapt etmeye çalışmaktadır. Amerikan müesses nizamı kökünden sarsılmıştır, statüko bozulmuştur.
Kimlerdir bunlar? Yani harekete geçen, Capitol’e yürüyen ve ortalığı dağıtan gruplar kimlerden oluşmaktadır? Yazılıp çizildiğine, anlatıldığına göre bunlar çeşitli marjinal gruplardan, genel anlamıyla aşırıları dâhil sağcılardan ve yoksul-öfkeli beyazlardan meydana gelmişlerdir. Aslında her sosyal kesimden az veya çok insanlardan oluşmuşlardır.
Bu noktada Trump’ın pozisyonuna, olaylardaki rolüne de özetle bir göz atalım. Trump’ı seçildiği günden beri, tuzu kurular, mevcut rejimin uygulamalarından nemalananlar, orta üstü ve üst sınıflar, entelektüeller, bürokratlar bir türlü kabullenip Başkan olarak benimsememişlerdir. Onu Amerika’nın müesses nizamına aykırı bulmuşlardır, ona güvenmemişlerdir. Gerçi zaman zaman o da dengesiz, devlet adabına, geleneklerine uymayan davranışları ile onları haklı çıkarmıştır. Zaten Trump’ın daha önceden hiçbir devlet tecrübesi de yoktu, hep ticaretle uğraşmış, devleti de ticari bir mantıkla bir şirket gibi yönetmek istemiştir. Birçok insan onun narsist bir kişiliğe sahip olduğunu söylüyordu. Aslında bu özellikleriyle Trump Amerika’daki sosyoekonomik ve siyasal sistemi tam da yerinden oynatacak bir kimseydi. Nitekim öyle de oldu.
Ancak bütün bu olumsuz yanlarına rağmen Trump Amerikan sisteminin kenara ittiği, horladığı tabakalar ve gruplarla iyi bir iletişim kurmuştu. Popülizmi de kullanarak onların ruhlarına dokunmayı becerdi. Ekonomiyi canlandırdı. Dışarıdan çok Amerika’nın içi ile ilgilendi. Yeni istihdam alanları yarattı, işsizliği azalttı. Gayri memnun kesimler buna sevindiler, mevcut refahtan pay almaya başladılar. Amerika’da uzun süredir uygulanan ve varlıklı, belirli kesimleri gözeten politik uygulamalardan bıkanlar yüzlerini Trump’a çevirdiler. Bu nedenlerle Kovid-19 salgını olmasaydı kesin kazanacağı da hep dillendirilmiştir.
Bu noktada şunu da vurgulamak gerekir, Trump Mars’tan gelmemiştir. Siyaset sosyolojisi açısından bakarsak, bu özellikleri taşıyan bir başkanı da Amerika’daki toplumsal-sosyolojik şartlar, gelişmeler üretmiş ve iktidara taşımıştır. Bu da doğal ve toplumsal akışa, mantığa uygun bir durumdur. Yani mesele sadece bir kişi, Başkan meselesi değildir.
Bu açıklamalardan sonra meselenin çok önemli bir başka boyutuna bakalım. Bu boyutta daha çok devlet, tarih ve kültür felsefesi, ilave olarak sosyal değişme kuramları ile ilgili bazı görüşlerden hareketle açıklamalarımızı sürdüreceğiz.
Özetle söyleyelim, bir defa Amerika toy bir millettir. Henüz tam bir millet de sayılmayabilir. Üstelik sonradan görme, yani henüz olgunlaşmamış, tarihsel derinliği bulunmayan ve bir sosyal bütünleşmeye sahip olmayan görgüsüz bir toplumdur, devlettir. Yaklaşık iki yüz kırk yıllık bir geçmişi vardır. Gerek tarihsel bakımdan gerekse devleti oluşturan halkların, etnik unsurların kompozisyonu açısından henüz ulus devlet aşamasına ulaşamamıştır. Mesela bu özellikler hep birer sosyolojik zaaf teşkil etmektedir. Bu sosyokültürel yapı önemli kriz zamanlarında iç çatışmalara, bölünmelere müsaittir. Amerika bu nitelikleri ve günümüz şartlarındaki ekonomik ve siyasal uygulamaları bakımından ulus devletten çok bir imparatorluk manzarası göstermektedir. Fakat yaşadığımız dönem artık tarihte gördüğümüz türden imparatorlukların çağı da değildir.
Bir önemli sosyal gerçek daha var ki insanları ve toplumları yaşanan ekonomik refah ve sevinçler, mutluluklar değil, acılar, zorluklar, üzüntüler ve yenilgiler olgunlaştırır. Amerika İkinci Dünya Savaşı’nı görmüş ve yaşamıştır, ama bu savaş onu yoğun bir acıya sürüklememiş, belirttiğimiz konuda yeterli etkiyi sağlamamıştır. Sonradan katıldığı bu savaş oradaki sosyal bütünleşmeye pek katkı yapmamıştır.
Amerika’nın toplum ve devlet olarak kuruluşu ve oturduğu sosyal, siyasal ve kültürel zemin de çok tartışmalı, daha doğrusu insanlık erdemlerinden ve normal siyasal süreçlerden çok uzaktır. Bu devletin temel harcında o kıtanın yerlilerinin (Kızılderililer) hiçbir dahli-katkısı olmadığı gibi onların tümüyle dışlanması ve hatta onların soykırıma uğratılması vardır. Bu devlet Kızılderilileri kendi harcına eklememiş, Avrupa veya başka ülkelerden gelen göçmenler tarafından kurularak üzerine konduğu coğrafyaya ve orada yaşayanlara ihanet etmiştir. Bu tarz bir örnek dünya siyasal tarihinde pek görülen bir uygulama da değildir. Ayrıca Amerikalı beyazlar Afrika’dan köle olarak getirdikleri zencileri de çok uzun süre kullanmış, sömürmüş ve devlete siyasal ortak olarak katmamış, yerlileri her bakımdan ve her anlamda uzun dönem dışlamışlardır. Dolayısıyla bu sosyal fay tabakalarında yıllar içinde biriken öfkeler, ezilmişlikler işte şimdi şartlar olgunlaşınca ve birisi vesile olup fırsat doğunca gün yüzüne çıkıyor ve bu toplumsal enerji böylesine toplumu, devleti sarsıyor.
Bu çerçevede tarihsel ve sosyolojik bir bulguyu, gerçeği daha vurgulayalım. Niteliği ne olursa olsun tüm imparatorlukların azami bir büyüme, genişleme sınırı vardır. Bu noktaya gelindiğinde genişleme duruyor ve değişik nedenlerle imparatorluklar güç kaybetmeye başlıyorlar. Belirttiğimiz bu genişleme aşamasından sonra imparatorluklar dışarıya değil, içeriye, iç sorunlara odaklanmaya başlıyorlar. Tabii şunu da ilave edelim, Amerika kısa zamanda yıkılabilir, tarih sahnesinden silinebilir demek istemiyoruz. Bu duraklama ve yıkılış beş on yıllık bir mesele değildir; uzunca bir zaman alır. Bu süre söz konusu sosyal ve siyasal yapının kendini yenileyebilme potansiyeline, kabiliyetine bağlıdır. Gene buraya, konuyla ilgisi bakımından, bir sosyolojik not daha ekleyelim, bir toplumda, devlette ekonomik çelişki ve dengesizlikleri çözmek nispeten daha kolaydır da, etnik ve kültürel bölünmüşlükleri ortadan kaldırmak daha zor olmaktadır.
Ayrıca yukarıda belirttiğimiz teorik görüş açılarından hareketle söyleyelim ki kuruluş aşamasının dışında olmak üzere, Amerika’nın günahları da çoktur, çok ah almıştır. Başka insanlara toplumlara büyük acılar çektirmiş, çok haksız işgaller yapmış, çeşitli ülke halklarına zulmetmiştir. Bizzat gerçekleştirdiği veya taşeronlar, maşalar kullanarak yol açtığı darbelerin haddi hesabı yoktur. Birçok ülkede seçimleri, sandığı yok saymış, çıkarına uygun düşen kimse veya siyasi partileri hileli ve usul dışı yollarla iktidara getirmiştir. Eee ne derler, Men dakka dukka meselesi… Gülme komşuna gelir başına… Eden bulur… Gerçi bu ifadeler bireyler için söylenir; ama kabul ve ifade edelim ki devlet de beşeri bir varlıktır. Bu mantık çerçevesinde denmiştir ki “Adalet mülkün temelidir.”
Amerika bugüne kadar sömürgeciliğin bilinen klasik yöntemini kullanarak (böl ve yönet, ayır-buyur) dünyanın çoğu ülkesini sömürmüş ve ilgili ülkelerin kimyasını bozarak onulmaz yaralar açmış, sonu belirsiz toplumsal ve siyasal kaoslar yaratarak dünyada büyük istikrarsızlık bölgeleri oluşturmuştur. Büyüklüğüne ve güçlü olmasına bağlı olarak dünya barışına katkı yapmak bir yana sürekli dünya barışını tehlikeye atmıştır. Sonuç olarak Amerika’nın karizması çok fena çizilmiş ve bir dağılma, bölünme, en azından istikrarsızlaşma kaygısı sarmıştır.