Bu kez, güncelliğini hâlen koruyan politik bir konu üzerinde, tarihsel ve sosyolojik bir açıdan olmak üzere, durmak istiyoruz. 11 Aralık 2020 tarihinde Amerikan Senatosu Türkiye ile ilgili bir dizi yaptırımı içeren yasa tasarısını onayladı ve Başkan da bu yasayı imzaladı. ABD müttefik olmamıza ve NATO’da bulunmamıza rağmen bu yasayla Türkiye’nin burnunu sürtmek, onu yıpratarak, ona acı vererek haksız olan politik isteklerini zorla kabul ettirmek istemektedir. Böylece ABD Türkiye’nin bağımsız ve kişilikli bir devlet olarak kendi egemenlik haklarını korumasını önleyerek onu yola getireceğini zannetmektedir. Bu tutumunu 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan bu yana tekrarlamaktadır. Aslında bu politikasının bir fayda vermediğini hâlâ anlamış değildir. Burada yanlışlık nerededir?
Amerikalılar Türk halkını dolayısıyla Türkiye’yi bunca süre geçmesine rağmen (1952’den beri) tanıyamamışlardır. Bizi de diğer Orta Doğu toplumları veya Güney Amerika ülkeleri gibi zannediyorlar. Hâlbuki insan bu kadar yoldaşlıktan sonra yanındakini, arkadaşını tanıyamamışsa burada bir eksiklik, çarpıklık var demektir. Amerika’da, birer sosyal bilim olarak psikoloji-sosyal psikoloji ve sosyoloji çok gelişmiştir. Üstelik Amerikalılar bu bilimlerin ürettikleri bilgi ve bulguları her alanda kullanırlar.
Psikolojik ve sosyolojik açıdan (özellikle sosyal psikoloji bakımından) bakarsak, bireyler gibi toplumların, milletlerin de dikkat çeken kişilik ve karakter özelliklerinin olduğunu görürüz. Her milletin ama genetik özelliklerinden, ama yaşadığı coğrafi, ekonomik, kültürel, siyasal ve benzeri çevresel faktörlerden, tecrübelerden dolayı tarihsel süreç içinde belirtilen konularda edindiği-kazandığı bir takım karakterler, beceriler vardır. Bunlar o milleti diğerlerinden ayıran kendine özgü niteliklerdir. Bu özelliklerin iyi veya kötü olarak nitelendirilmesi yanlıştır. Çünkü bu tür değerlendirme izafiyet taşır. Bizim burada yaptığımız değerlendirme psikososyal, nesnel bir değerlendirmedir. Bu alanla ilgili literatürde, özellikle sosyal psikoloji açısından ele alırsak çok sayıda yayının olduğunu görürüz. Örnek olarak Andre Siegfried’ in “Milletlerin Karakterleri” adlı kitabını genel ve derli toplu bilgiler vermesi bakımından zikredebiliriz. Gene “Step İmparatorlukları” adlı yabancı yazarlı önemli bir kitap var ki çevirisini de Halil İnalcık yapmıştır. Orada da Türkler’in karakterlerine ilişkin bilgiler vardır.
Burada Türk milletinin tüm karakteristik yanlarına değinecek değiliz: bu uzun bir konudur. Ele aldığımız sorunla ilgili olarak sadece dikkat çeken ve Amerikalılar’ın kaçırdığı bir özelliği ele almak istiyoruz. Türkiye sık sık gündeme getirilen bu yaptırımların sonunda, giderek daha uysal hâle gelmemiştir. Aksine giderek Amerika’dan daha da soğumuş, karşı tavırlar, politikalar geliştirmiş ve zamanla güçlenmiş, örneğin silah alımlarında ona bağımlılıktan kurtulmaya başlamıştır. Yani sonuç olarak Amerika’nın bu ambargoları, yaptırımları daha bağımsız dış politika uygulamakta Türkiye’yi motive etmiş, kamçılamış, milli duygu ve duruşunu artırmış, onu bu konularda kendi kendine yeter hâle getirmiştir. Türkiye kendi silah sanayisini kurmuş, yeni silahlar üretmeye başlamıştır. İşte Amerikalılar bu gidişi nasılsa görmüyorlar.
Çünkü başlangıçta belirttiğimiz gibi Amerikalılar Türk halkının bu konularla ilgili karakterini fark etmemişler, henüz öğrenememişlerdir. Bazı insanlar ve uluslar-tokat yiyince çeşitli iç (psikolojik) ve dış nedenlere bağlı olarak geri çekilir, pes ederler, pasifleşirler. Bazıları ise inadına dikleşir, adaletsizliğe karşı direnir, giderek daha kişilikli davranır ve sonuçta tokat atana karşı saldırıya geçerler. Özgürlüklerinden taviz vermezler. Aslında bu davranış ve örnekler insan ve grup ilişkilerinde de her zaman görülen durumlardır. Amerikalılar Türk tarihini de okumamışlar. Türklerin hiç sömürgeleştirilmeyen millet olduğunu görüp öğrenmemişler. Beğenin beğenmeyin, kabul edin etmeyin, Türkler hiç yönetilen bir millet olmamış, hep yöneten olmuşlardır. Bu yargılar, değer yargılarından uzak toplumsal, tarihsel olgu niteliğinde olan sosyolojik gerçeklerdir. Türklerin prototipi Atatürk’tür. Bu noktada onun şu sözünü hatırlatalım: “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.”
Buradan hareketle ve bu bağlamda şimdi esas ulusal karakter meselesine gelelim. Türkler siyasi ve askeri açılardan bakarsak sulh zamanlarında rahat, hatta gevşek ve oldukça geçimli, cömert, misafirperver ve uysaldırlar, barışçıdırlar. Kültürlerinde bu özellikler bulunmaktadır. Onların uzun tarihleri bunu çok net olarak göstermektedir. Dolayısıyla bu yargı sosyal ve tarihsel olgulara dayanmaktadır. Türklerin harekete geçmeleri için, biraz onurlarına, özgürlüklerine dokunmak, yani basit bir ifade ile onları biraz öfkelendirmek, sinirlendirmek gerekir. Onları harekete geçirmek zordur. Fakat Türkler harekete geçtiklerinde de onları durdurmak artık kolay değildir. Bu konuda Türklerle ilgili literatürde ünlü politikacıların, devlet adamlarının ve komutanların söylediği onlarca çok veciz ve Türkleri onurlandırıcı sözleri vardır. Mücadelecidirler, belirli amaç ve idealler için savaşmaktan çekinmez hatta bundan haz duyarlar. Ama savaş ve her türlü çatışmada adaletten de ayrılmazlar. Zekâları, yaratıcılıkları, üretkenlikleri bu mücadele sürecinde harekete geçer. Pratik zekâları güçlüdür.
Türklerin ulusal karakterlerinin oluşmasında tarihin ilk dönemlerinde çok uzun süre bozkırda yaşamalarının büyük rolü olmuştur. Nedir bozkır? Bozkırda yaşamak çok zordur. İklimi serttir, fiziksel şartları, tabiat insan yaşamına pek elverişli değildir. Orada tarım yapılmaz, hayvancılık da belli sınırlar içinde ve göçebelik şeklinde yapılır, çok verim alınmaz, yani özetle tabiat insan için cömert değildir. Sürekli yer değiştirmek meşakkatlidir ve daima mücadeleye, yeni sıkıntılara, geleceğe hep hazır olmayı gerektirir. Ama bozkır insana bir özgürlük, serbestlik telkin de eder. Öte yandan sosyal dayanışmayı da güçlendirir. Bozkırda şehirler, sabit yerleşim yerleri kurmak da zordur. Bu nedenlerle Türkler acıya, çileye dayanıklıdırlar, savaşçı ve mücadelecidirler, sabretmeyi de bilirler. Bu mücadelecilik ve dayanıklılık onlarda zamanla ama genetik ama geleneksel bir toplumsal nitelik ve davranış hâline dönüşmüştür. Yukarıda sıralanan niteliklere bağlı olarak kazanılmış olsa gerek, Türkler’de bir yönetme isteği ve becerisi gelişmiştir. Gittikleri, yerleştikleri ülkelerde kısa süre sonra yönetici konuma, gelerek, orayı derleyip toparlama ve adil bir biçimde yönetmeye çalışmışlardır. Örneğin Türkler Batıya doğru göç ettiklerinde ve İran’a geldikten bir süre sonra, bin yıllardır orada yerleşik hayata geçmiş, önemli kentler inşa etmiş bir toplumu da içine alan o coğrafyada uzunca bir zaman da yaşayan Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır. Belirtilen sebeplerden dolayı olsa gerek “Bunların üçü bir araya gelince devlet kurarlar” denir. Ayrıca bu noktada bir bilgi daha verelim son yıllarda dünyadaki ülkelerle ilgili yapılan intihar istatistiklerinde sürekli olarak en az intiharların olduğu ülke Türkiye olmuştur.
Bu nedenlerle Türkiye’ye uygulanan her ambargo, yaptırım onları sindirmemiş, güçlendirmiştir. Örneğin son elli yılda da böyle olmuştur. Yabancı devletlerin bu kısıtlamaları kısa dönemde onların biraz canını acıtır, ama bu kısıtlamalar onlara uyarıcı bir etki yapar ve Türkiye’yi güçlü kılar. Bu yanlış uygulamalar Türklerin mücadele, keşif ve üretkenliklerini artırır. Nitekim öyle olmaktadır. Atasözünde dendiği gibi, kötü komşular, müttefikler onları hep mal sahibi yapmışlardır. Amerikalılara tavsiyemiz Türklerin kültürlerini ve siyasi tarihlerini iyi incelemeleri, okumalarıdır.
Ayrıca belirtelim ki, her zaman hatırlattığımız gibi, hem tek tek bireyler hem de toplumlar acı çekerek öğrenirler. Gerçek öğrenme bu şekilde sağlanır. Bu pedagojik ve sosyolojik bir kuraldır. Acı çekme insanları ve toplumları olgunlaştırır daha dirençli yapar. Zaman geçince, Amerikalılar’a “Hay Allah razı olsun, iyi ki bu yaptırımları getirmişler de, bizim yeni ve modern silahlara sahip olmamıza vesile olmuşlar” diyeceğimizi düşünüyorum.