“İnsanın Anlam Arayışı” Ne Demektir?
Başlıktaki kavramı popüler hâle getiren 20. yüzyılın önde gelen Nörolog-psikologlardan Viktor E. Frankl’dır. Frankl (1905-1997) Musevi asıllı Avusturyalı bir psikologdur. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından toplama kamplarında tutulmuş (Auschwitz Toplama Kampı), aile fertlerini aynı kamplarda kaybetmiş, oralardaki soykırımı, vahşeti, insanlık dramlarını görmüş, yaşamış, çekilen acıları gözlemiş ve bu olaylardan, derin ıstıraplardan önemli dersler çıkarmış, psikoloji temelli teoriler üretmiştir. Bu konuda geliştirdiği en önemli kavram “İnsanın Anlam Arayışıdır.” Bu kavram daha sonra yazdığı önemli bir kitabın da adı olmuştur.
Frankl, en başta şu temel soruları kendi kendisine sorarak cevaplandırmak istemiştir: “Neden varız?” ve “Hayatın anlamı nedir?” Ona göre bu sorular insanın düşünce serüvenini belirleyip yönlendirmektedir ve insanın anlam arayışı temel bir güdüdür. Bazılarının zannettiği gibi bu duygu bir savunma mekanizması değildir. Frankl insanın üç boyutundan bahseder; somatik ya da fiziksel, zihinsel ve manevi boyut. Anlam bulmak ikinci ve üçüncü boyutla ilgilidir.
Anlam bulmakta da üç unsur vardır. Birincisi yaratma, yaratıcılıkla ilgili eylemler, değerler ki sanatsal etkinlikler de buraya dâhildir. İkincisi ise kişiler arası ilişkiler yani her türlü sosyal etkileşimde bulunma olayları; örneğin birisini sevme, aşk da bu kapsamdadır. Toplumsal yaşam bu tür ilişkilere dayanır. Frankl, “Yaşadıklarım bana, dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın kısa bir süre için de olsa, örneğin sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini gösterdi” demiştir. Üçüncüsü de söz konusu ilişkilere dayalı olarak takındığımız tavır ve insanın acıyı aşma kapasitesidir. Burada acıdan çok, acıya verilen anlam önem taşır, bir başka ifadeyle kaçınılmaz acıya yönelik tavır geliştirebiliriz. İnsandaki bu tutum değişikliği ile ilgili olarak Frankl aynı zamanda şu ifadeyi kullanmıştır: “Bir durumu değiştiremiyorsak, kendimizi değiştirmeliyiz”. İnsan günlük zorunlu ihtiyaçlarını karşılayıp canlılığının devamını sağlamanın yanında, kendi yaşamını bu kavram açısından anlamı, değeri olan bir yere oturtmak, o mesnede dayanarak hayat mücadelesini sürdürmek istemektedir. Bu noktada Frankl’ı destekler biçimde olmak üzere, Nietzsche de “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, her nasıl’a, şeye katlanabilir “ demiştir.
Öte yandan bu psikolojik olgunun sosyolojik-kültürel bir boyutu da vardır. İnsanın tanımlarından biri de “İnsan değer yaratan bir varlık” tanımıdır.” Evet, gerek insanlar gerekse toplumlar değer yaratırlar. Yani belirli nesne, varlık ve olaylara belirli nitelikler eklerler, yüklerler. Bunlar, dinsel, ahlaki, sanatsal, ulusal, ideolojik kaynaklı olabilir. Güzel kuş, kutsal varlık, kutsal mekân, yanlış davranış, iyi davranış, doğru bir düşünce, kötü insan, hayırlı bir olay, uğursuz bir hayvan gibi. İnsanlar için bu “değerler” çok ciddiye alınması gereken unsurlardır ve insanlar onlar için büyük, zorlu mücadeleleri göze alırlar, onları canları pahasına savunurlar. Çeşitli alanlarda yaratılan bu değerler ve onları savunma, koruma insanı insan yapan niteliklerden biridir. Bunlar aynı zamanda, insan yaşamını anlamlı kılan unsurlardır. İnsanlar kendi yaşamlarına da bir anlam yüklerler. Zaten kendi yaşamını anlamlandırmayan bir insanın yaşamı hayvani bir yaşayıştan farksızdır. Frankl’a göre yaşamda bir amaç varsa, acıda ve elemde de bir amaç olmalıdır. Ayrıca yaşamı bütün boyutlarıyla tümden acılardan ayırıp soyutlayamayız. Bu nedenle Cemil Meriç “Yaşamak yaralanmaktır, yaralanmak güzeldir” demiştir.
Belirttiğimiz değerler zamana ve toplumlara göre değişmekle birlikte her toplumda bunlar hem bireyler hem de toplumlar için vazgeçilmez psikososyal unsurlardır. Örneğin Fransa’da yapılan bir kamuoyu araştırmasında katılanların yüzde 89’u, insanın uğruna yaşayacağı “bir şey”e ihtiyaç duyduğunu kabul etmiştir. Buna ek olarak katılanların yüzde 61’i yaşamlarında, ölmeyi göze alabilecekleri bir şey ya da bir insan bulunduğunu söylemişlerdir. Gene Amerika’da 48 üniversiteden seçilen 7948 öğrenci üzerinde yapılan bir araştırmada da, öğrencilere kendileri için neyin “çok önemli” olduğu sorulduğunda, öğrencilerin yüzde 16’sı “çok para kazanmak”, buna karşılık yüzde 78’i ise “yaşamımda bir amaç ve anlam bulmak” şıkkını işaretlemiştir. Özetle, bu “değer” ve “anlam” kavramları insanı hayvanlardan ayıran çok önemli kriterlerdendir. İnsanlar yaşamlarında bu tür değer ve anlamların mutlaka olmasını isterler, onlara bağlanırlar, bu unsurlar onları motive eder ve insanlar onlar için mücadele etmekten de çekinmezler.
Frankl’ın Yöntemi
Frankl toplama kampında edindiği tecrübelerden yola çıkarak bir ruhsal tedavi tekniği de geliştirmiştir: Logoterapi (anlam yolu ile tedavi). Bu kavram, Yunanca logos-anlam kelimesi ile terapi-tedavi kelimelerinden oluşturulmuştur. Yaşamın her koşulda, hatta en kötü koşullarda bile, potansiyel olarak var ve gerçek olduğunu varsaymaktadır. Ancak bu noktada kişinin hayata tutunabilmesi için, yaşamı ve ölümü anlamlı kılacak bir nedeni, uğruna yaşayacak, mücadele edilecek bir şeyin olması gerekir. Bireyde bir anlamsızlık, boşluk duygusu hâkimse, bu tehlikeli bir durum yaratır. İşte bu durumda logoterapist danışanın yaşamda bir anlam ve amaç bulmasına ya da var olan durumu bilinçli, görünür hâle getirmesine yardımcı olmaktadır.
Frankl’ın bu yöntemi oluşturmasına yol açan en önemli unsur, başlangıçta belirttiğimiz gibi, yaptığı gözlemler ve bunlardan çıkardığı sonuçlardır. Frankl toplama kampındaki çok ağır ve kötü yaşama koşulları içinde, ifade ettiğimiz türden bir anlama sahip olanlar (kendisi de dâhil) yaşama tutunup hayatta kalabilmişlerdir. Logoterapinin temelinde bu olgu bulunmaktadır. Dolayısıyla böyle bir kamp ortamında ilgili gözlemlerden doğan düşünce bir tedavi tekniği olarak daha sonra normal toplumsal koşullarda kullanılmaya başlanmıştır.
Günümüzde Modern İnsanın Anlam Arayışı
Biz, olayın psikolojik boyutu ve bireyler açısından ruhsal bir tedavi tekniği olarak, özellikleri üzerinde durmayacağız. Ancak bu kavramın, belirttiğimiz gibi, sosyolojik bir boyutu da vardır. Nitekim Frankl da yaşadığı dönemde yani Sanayi Devrimi sonrasında 20. yüzyılda bu devrimin yol açtığı bazı önemli teknolojik ve sosyoekonomik sorunlar yüzünden bir “anlam bunalımı”nın da yaşandığını ifade etmiştir. Örneğin teknolojik yenilikler, otomasyon, sosyal politika uygulamaları, ayrıca insan ömrünün eskiye nazaran uzaması gibi nedenlerden dolayı çalışan insanların emekliliklerinde küçümsenemeyecek bir süreyi kapsayan boş zamanları ortaya çıkmıştır. Bu zaman dilimi ölümün beklendiği bir zaman dilimi değildir, en azından öyle olmamalıdır. Çağımızda birinci olarak bahsettiğimiz bu toplum kesimi yani yaşlılar bu tarz bir anlam bunalımı yaşamaktadırlar.
Frankl’a göre bir insanın hayatı, yaşamaya değer olduğuna ilişkin kaygısı, hatta umutsuzluğu, varoluşsal bir bunaltıdır. Ama bu bir ruh hastalığı değildir. Yaşam böyle algılanırsa, hayatta bir anlamsızlık, boşluk doğarsa ilgili kişilerde bir anlam bunalımı doğmaktadır. Günümüzde bu tür bir bunalımı yaşayan ikinci grubu oluşturanlar ise daha çok genç kuşaklardır. Bu kesimlerdeki anlam bunalımının sebeplerini de şöyle sıralayabiliriz:
- Teknolojik yeniliklere bağlı olarak oluşan otomasyon, standardizasyon, seri üretim, teknik rasyonalizasyona dayalı üretim ve çalışma tempolarının çok hızlı olması.
- Ekonomik açıdan yaratılan tüketim toplumundan dolayı, bireysel ve toplumsal mutluluğun bol tüketime dolayısıyla hazza odaklanmış olması; tüketime indeksli bu sosyoekonomik yapı ve ilişkilerin erdeme dayalı insan ilişkilerini (paylaşma, yardımseverlik, merhamet, cömertlik vb.) bozması, ortadan kaldırması gibi nedenler.
- Mevcut sanayi üretiminin yüzde yüze yakın kısmının parça başı üretim şeklinde yapılmasından dolayı, bir malın bütünsel olarak tek elden çıkması ile yaratıcı ve manevi doyum sağlayan emeğin söz konusu olmamasından ötürü, sonuçta bu üretim sürecinin üretene hiçbir manevi haz vermemesi, üretenlerde önemli bir psikolojik eksikliğin, doyumsuzluğun oluşması.
- Özellikle 20.yüzyılın son çeyreğinden itibaren çeşitli teknolojik, ekonomik, siyasal ve kültürel ilerleme ve gelişmelerden dolayı olsa gerek, inançlar, değerler bağlamında öncelikle genç kuşakları cezbeden, onlarda bir mücadele motivasyonu yaratan evrensel ideolojilerin gündemden düşmesi ve dolayısıyla gençlerde bu dengesiz, adaletsiz dünya düzenini değiştirme özlem ve isteğinin, kalmaması. Başka bir ifadeyle, bu toplum kesimlerinde söz konusu kapitalist düzenin alternatifsiz olarak tüm ülkelere yerleşmesinden dolayı, bunun değiştirilemeyeceği yönünde bir teslimiyet duygusunun, karamsarlığın geleceğe ilişkin bir umutsuzluğun oluşması.
- 20.yüzyılda art arda iki büyük dünya savaşının yaşanması, yeni teknolojilerin en çok savunma ve savaş alanında kullanılır olması, dolayısıyla evrensel düzeyde barış umutlarının azalması, gençlerdeki idealizmi, erdeme dayalı değerlere olan inancı ortadan kaldırması. Bu durumdan kaynaklanan silahlanma yarışının bloklar ve ülkeler arasındaki artışı, evrensel barış umutlarını azaltmakta, bahsettiğimiz karamsarlığı yoğunlaştırmaktadır.
- Sıraladığımız bu sebeplere bağlı olarak oluşan belki de en önemli neden şu olabilir. Burada Frankl ile Einstein’ın birbiriyle örtüşen şu iki anlamlı düşüncesine, ifadeye yer vererek bunu açıklamaya çalışalım: Einstein’a göre, “Çağımızın en önemli sorunu, belirsiz amaçlara karşılık, mükemmel araçların varlığıdır.” İlginçtir, çok benzer biçimde bu sorunla ilgili olarak Frankl da şöyle demiştir; “İnsanlar araçlara sahip, fakat amaçları yok.”
Evet, amaçların, hedef ve ideallerin yokluğu, belirsizliği yaşadığımız çağın en büyük sorunudur. Anlam bunalımını yaratan temel neden de bu olsa gerek. Dünya gençliğinin, Covid-19 salgını sırasında bazı ülkelerde sorumsuzca inadına kucak kucağa “Korona partileri” düzenlemesi, “Vur patlasın çal oynasın” havasına girmesi ve madde bağımlılığı batağına saplanması başka türlü nasıl izah edilebilir?